4 Nisan 2014 Cuma

Sultanahmet Cami 2

Sevdelinka adı verilen o güzel eski Boşnak şarkılarının birinde İstanbul için "Beyaz Şehir" denir.Çarpık kentleşmenin birbirinin üzerine yığılmış gibi duran beton binaları olmadan önce bu tacizden azat olan İstanbul'un  narin camileri öyle etkileyici görünürlermiş ki İstanbul'a gelen yabancı seyyahların çoğu 1001 gece masallarının orta yerine düşüverdiklerine inanırlarmış.İstanbul'un koynuna birbiri ardına bir gerdan gibi dizilen bu taş yapılar uzaktan bakıldığında semadan yeryüzüne yaklaşmış beyaz bir bulut gibi durduklarından İstanbul o vakitler "beyaz şehir"diye anılır olmuş.Sonra rüzgar esmiş,yılları sürüklemiş o yıllar da beraberinde gri rengi getirmiş.Bu renk onların bilgeliklerine yakışır bir renk olmuş.O yüzden severim İstanbul camilerinin kurşuni renklerini.

    Geçmişin nerede başlayıp şimdinin ne zaman bittiğini farkedemiyeceğiniz zamansız bir ebediliği simgeleyen bu yapılar her biri kendine has hikayeleri ve karakteristik özellikleriyle ne yapsak bozmayı beceremediğimiz İstanbul'un o güzel peysajının içinde çoktan onda eriyip bütünleşmiş gibi dururlar.Sayıları çok az kalan İstanbulludurlar onlar.
    Sultanahmet,büyük bir şehirde yaşamanın etkisiyle mekanlarıyla gündelik hayatımızın çok içinde değildir ama İstanbul'un hangi köşesine giderseniz gidin bir şekilde bir başka yadigar olan Ayasofya ile birlikte kapıldığımız hengamenin içinde bir an durup onları seyretmenizi ister gibi o masalsı silüetleriyle karşınıza çıkıverirler.17.yy mimarisinin en önemli eseri Sultanahmet Camii'nin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa taş,çini,mermer ve ahşapla eserini yükseltirken yakın dostu Cafer Çelebi, Risale-i Mimari'de Mehmet Ağa'nın taşa damlattığı alınterini kağıda döker.Kimbilir hangi mazbut Rumeli toprağından geldiğinde isminin önünde daha Sedefkar ya da Mimar tanımlamaları olmayan bu genç devşirme acemioğlana ikbali daima hatırlanacağı bir eseri vücuda getirmesini nasib eder. Acemi oğlan olduktan beş yıl sonra Kanuni Sultan Süleyman Türbesi'ne bahçe bekçisi olan Mehmet Ağa bir yıl sonra Hasbahçe'ye girmiştir.Onun bahçelerle başlayan bu kariyeri belki de Sultanahmet Cami'nin içini bir baştan bir başa yaprağı,dalı,çiçeği çini olan bir çiçek bahçesine dönüştürmüştür.Osmanlı'nın,renkli cam sanatının en nadide örneklerinden olan 206 adet camdan süzülen ışık huzmeleri bu renklerin içinden geçerken tüm maddiliklerini dışarıda bırakarak güneşten değilde sanki başka bir ebedi kaynaktan kopup gelmiş gibi camiyi huşu veren bir aydınlığa bürürler.
    Mimarlara göre çininin cami içerisinde bu kadar yoğun kullanılmasının nedeni plan şemasının uygulamasında meydana gelmiş bir takım aksilikleri gizleme çabasıdır.Hocası Sinan'ın ,Şehzadebaşı Cami'inde uyguladığı merkezde bir ana kubbe ve bu kubbeyi destekleyen dört yarım kubbenin oluşturduğu plan şemasından yola çıkan Sedefkar Mehmet Ağa Şehzade'den daha büyük bir iç mekan alanı hedefleyince bu plan şemasının uygulayışında bir takım zorluklar meydana gelir.İç mekanın büyümesi onu örten kubbeninde büyümesi anlamına gelir ki haliyle kubbeyi taşıyan fil ayakları ve payelere daha çok ağırlık yüklenir.Bu ağırlığı taşımaktan sorumlu fil ayakları ve payeler böylece daha da kalınlaşarak bu görevi yerine getirmeye çalışırlar ancak onların kalınlaşması iç mekan ferahlağını bozar,iç mekanda hantal bir görünümün oluşmasına neden olur ki klasik mimarinin hedefi kubbeyi taşıyan bu mimari öğeleri mümkün olduğunca saklayıp sütunlarla bölünmemiş ferah bir iç mekan elde etmektir.Böylece içeriye girdiğiniz anda kubbe büyüklüğüyle sizi kuşatır.Kubbeyi taşıyan elemanlar önemsizleşir ve sanki kubbe ağır olmayan süslemeden,yazıdan oluşmuş bir fanusa dönüşür.İşte bu yapıda kullanılan çiniler bu hantallığı örtmek için araya girerler ve zerafetleriyle algıda bir yanılgı yaparak dikkatleri bu devasa fil ayaklarından kendilerine çekmeye çalışırlar.Ama yinede ibadet için camiye giden herhangi bir kişinin farkına bile varmayacağı bu aksaklıklar çininin ve ışığın mekanı dolduran sihri içinde önemsizleşerek kaybolup giderler.
    Camiin çinileri kadar dikkat çeken diğer bir özelliği de nefis ahşap işçiliğidir,herhalde mimarı Sedefkar olunca ahşab süslemelere bu kadar özenilmiştir.21 yıl boyunca Sinan'ın talebeliğini yapan Mehmet Ağa Sultan 3.Murad'a sedeften bir rahle hediye etmiştir Sultan rahlenin ince işçiliğini o kadar beğenmiştir ki
            Allah Allah nedir bu hub eşkal
            Mey gibi aklım aldılar filhal
diyerek bu sanatın mahirliğne o da başka bir sanatın inceliğiyle cevap vermiştir.Bu olaydan sonra ikbal kapısı kendisi için biraz daha aralanan Mehmet Ağa padişah tarafından , imparatorluğun sınırları içerisindeki eserlerin hali hakkında bir rapor hazırlamakla görevlendirilir.O da bu aralanmış ikbal kapısından isminin önüne eklenen sedefkar sıfatıyla geçerek Kahire,Kudüs,Mekke,Medine,Diyarbakır,Şam,Kırım,Kefe,Slistre,Belgrat,Tuna gibi imparatorluğun bir uçtan bir uca yayılmış koca topraklarında binlerce yıllık kadim kültürlerin içinde bir yolculuğa çıkar.Bir yandan birbirinden kıymetli eserleri yakından müşahede ederek raporunu hazırlarken diğer yandan bu müthiş fırsat sanatkar ruhunu besleyecek ve eğitecek bir deneyime dönüşür.1603'te mimarbaşılığa getirilen Sedefkar Mehmet Ağa 1609'da bu büyük eseri bina etmesi için 1. Ahmet tarafından görevlendirilir ve 1609'da başlayan bu uzun ve yorucu serüven 1616'da tamamlanır.
    Risaleyi okurken bir camiin yapım aşamasını da adım adım takip edebiliyoruz.Plana göre 4 duvar,mihrap,sütun,mahfil ve minarelerin yerleri tesbit edildikten sonra başta padişah olmak üzere tüm devlet erkanı ve toplumun ileri gelenlerinin katıldığı bir merasim başlar önce Şeyhülislam Mevlana Mehmet Ağa ardından Şeyh Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri sonra sırayla sadrazam, vezirler,kazaskerler ve ulema sınıfı ellerinde kazma,dillerinde dua ile temel için yol açarlar.Sonunda 1. Ahmet gelir bu gün hala Topkapı Sarayı müzesinde muhafaza edilen sapı kadife kaplı bir kazma ile toprağı çıkarır,eteğine doldurur ve duasını eder taki yorulana,eserine ilk terini dökene kadar da durmaz.Ardından sırasıyla  bir gün sipahiler, birgün  yeniçeriler temeli kazıp toprağı çıkarırlar.Aylar süren temel hazırlama işleminden sonra ,ilk yolu hazırlayan bu önemli kişileri başka bir görev daha bekler.Her ulu kişi için taş ustaları tarafından daha önceden hazırlanmış taşlar temele yerleştirilir.Vezirlerin görevi mihrabın yerine ilk taşı koymaktır,acaba hiçbir zaman verdikleri kararda kıblelerini şaşırmamalarına sembolik bir gönderme midir bu görev?Padişahın vazifesi ise gümüş halkalar,ibrişim iplerle tutturulmuş birkaç uğurlu taşı  mihrap temelinin en şerefli yerine indirilmesidir.Kubbenin oturtulması bir yapıda atlatılan en önemli merhaledir.Risaleden anlıyoruz ki bu zorluğun halli cami avlusuna kurulan otağlarda verilen ziyafetle kutlanmış.Risale bu önemli yapıyı kutsayacak kelimelerle bir baştan bir başa dolu olsa da benim en ilginç bulduğum kısmı ,güçlü bir imparatorluğun baş mimarı olan Sedefkar Mehmet Ağa'yı tüm ünvanlarından sıyırarak aldığı vazifeyi yerine getirmeye çalışan sade bir insanın ruh halini   gösteren satırlarıdır.
    Ağa hazretleri şimdi ne yapmaktadır merakıyla yanına varan Cafer Çelebi, Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'yı camiin şadırvanı önünde seccadeyi köşeye koymuş ama üzerinde oturmayıp yanında kuruca bir yerde oturmuş, sağ elinde tesbih,sol elinde arşın,sağ eli ile durmadan tespihini çevirip her taneyi çevirdikçe kelime-i şehadet getirmekte ve Allahu Ekber diye vird eder halde bulmuş.Arada sırada etrafına bakıp işini savsaklayan ustalara işleyin diye sol elinde olan zira ile işaret eder.Bu arada neferlerin ustalara "bre işleyiniz!"tembihleri her yerden duyulur.Sonunda yevmiyelerini alan ustalar faidelerini öpüp başlarının üzerine değdirip ayrılırlar ve Ağa Mimar ile risalenin yazarı başbaşa kalırlar.İşte o zaman dert yanar Ağa"Be hey Cafer Efendi içimiz neden huzursuz olup daralmasın?Görürsünüz ki bunun gibi bir ağır,bir şerefli yapının yükü üzerimde,bu şerefli yapıdan başka da nice yerlerde dağınık yapılar vardır, her birinin üzerine varıp mukayyed olmak lazımdır."Uçsuz,bucaksız imparatorluk topraklarında ancak at sırtında veyahut gemiyle yapılabilecek haftalarca,aylarca süren yolculukların sonunda varılabilen diyarlarda mukayyet olunmayı bekleyen yüzlerce eser...Bu hüzünlü yakınma bir yükün ağırlığının şikayetinden çok o eserlere duyulan derin sevginin telaşına,merakına,endişesine benzer.
    Vakti zamanında cami ve külliyesine gelir getirmesi amacıyla düşünülen arasta günümüze gelmeyi başarmış külliye yapılarındandır.Yapıldığı dönemde Sipahilerin ihtiyaçlarına yönelik malların satıldığı bu dükkanlarda artık hediyelik eşyalar satılmayı beklerler.
    Camiin içinde yer alan bir iki ayrıntıdan söz etmeden geçemeyeceğim.Bir gün camiye giderseniz mihrabın üstünde Hacer-ül Esved'den alınan bir parça hatırayı da rahatlıkla görebilirsiniz.Sanırım o vakitler ancak 5-6 ay süren meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuktan sonra gidilebilen uzak kutsal topraklardan gelen bu değerli parça oralara gidemeyen hasretliler için küçük bir teselli olmuştur.Diğer bir ayrıntıda ne kadar doğru bilmiyorum ama eski ilimlerin böyle gizemli yanları vardır.İşte eski ilim camiin değişik köşelerine yerleştirilecek devekuşu yumurtalarının camide örümcek ağının oluşmasını engellediğini söyler.Böylece vakti zamanında en sevgiliye koruyuculuk yapan bu hayvanı öldürmekten çekinen edeb ona zarar vermeden kendini korumanın yolunu bulur.
    Uzun ve eski pek çok hikayesine rağmen bu cami ile ilgili yapılabilecek en güzel şey sanırım, o büyük pencerelerinin birinin iç kısmında oturmak,bir süre okuduğunuz rahlenin üzerindeki kitabın kapağını kapattıktan sonra bu camiyi yaptıranlara,taşa, ahşaba emeğini dökenlere,bir vakit avlusuna sığınmış muhacirlere,gencecik yaşında acı bir olayla hayatına son verilen Genç Osman'a bir fatiha okumak sonrada o başka maveralardan gelmişçesine duran ışık huzmesinin içinden geçerek sözle anlatılmayacak duyguların hüküm sürdüğü yerlerde kaybolmak ve tüm anlatılanları unutmak....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder