Orta Asya'dan yıllar boyunca at sırtında hep batıya doğru şaha kalkmış bu millet, kıyıları engin denizlere açılan yerleri vatan edindikçe atlarının sırtından inip daha uzak toprakları fethedebilmek için gemilerinin yelkenlerini rüzgara doğru açmayı ilk ne zaman öğrenmişlerdi acaba?Çoğumuzun,Türkler ve gemileri hakkındaki ilk bilgileri Fatih'in dehası sonucu denizler yerine tepeleri aşan ve sırf bu çılgın düşünceye göre dizayn edilmiş gemileri ile başlar.Sonra İstanbul fethedilir.Haliç ve Kasımpaşa tersanelerinde inşa edilip yeni yerler fethetmek,uzak illerden kıymetli mallar getirmek üzere, Ege ve Akdeniz'in bereketli sularına hiç durmadan İstanbul Boğazından irili ufaklı yelkenliler uğurlanır durur.Haliç'in,binlerce yıldır pek çok medeniyetin gemilerine güvenli bir liman olmuş suları Osmanlı gemilerini de kendine çeker,bu yüzden hem Haliç'e hem de buraya yakın olan Kasımpaşa'da açılan tersaneler zaman içerisinde buraları bir deniz semtine dönüştürür.Kasımpaşa'da bulunan ve Kaptan-ı Derya Piyale Paşa için yapılmış caminin mimarisi bile denize aidiyeti vurgular.
İstanbul'un o güzel tepelerine çoktan Şehzadeyi,Süleymaniyeyi silinmeyen bir izle mühürleyen Sinan,yaşlanan ama yorulmayan bilge zekasını,hünerli ellerini yeni camileri yükseltmek için kullanmaya devam eder.Bir yandan Edirne'de Selimiye'yi, her bir taşını ayrı bir maharetle yorumlarken öte yandan İstanbul'da Piyale Paşa Camii'ni bambaşka bir bilgiyle yerine oturtur.Selimiye için ustalık döneminde yapıldı denir ama Sinan'ın eserlerini biraz inceleyen biri ,onun büyük küçük her eserinde nasıl bir usta olduğunu görür.Sanki hiçbir zaman çırak ya da kalfa olmamış,o bilgiler onda ezelden beri hep varmış ve yılların bu kadim bilgileri,
hep Sinan'ın kalbine,mahir ellerine kaçıp yeniden hayat bulacakları ana kadar onun parmak uçlarında bekleşip durmuşlar gibi gelir insana.
Mimarlıkla ilgili kitaplarda, bu caminin planı için Anadolu Ulu Cami geleneğinin yeniden yorumlanışıdır denir.Doğrudur,Sinan bu camisinin planı için gözlerini Anadolu topraklarına çevirmiştir ama o kadim bilgileri ellerinin arasında eğip bükerek kendi maharetine has bir hale dönüştürmüştür.
Peki bu eski mimariyi hatırlatan izler nelerdi?Eğer Şehzadebaşı,Süleymaniye,Selimiye hatta bu büyük mabedleri referans alarak yapılan Sultanahmet,Yenicami'gibi büyük selatin camilerini görmüşseniz eğer bu fark sizin de dikkatinizi çeker.Bu saydığımız selatin camileri ,önce sizi bir dış avluyla karşılarlar,camiye girmeden önce merdivenlerle iç avluya çıkmak zorundasınızdır,üç taraftan merdivenlerle çıktıktan sonra,"taçkapı "adı verilen büyük mermer kapılar sizi ortasında genellikle bir şadırvan olan iç avluya yönlendirirler.Bu avlunun ortasında durup etrafınıza baktığınızda tam karşınızda yükselen caminin "cümle kapısı"durur,avlunun etrafını ise üstleri kubbeyle örtülü revaklı alanlar çevirir,bu iç avlunun ölçüsü,caminin ibadet edilen alanı olan harim kısmının ölçüsü kadardır.İlk defa erken dönem mimari örneklerinden olan Edirne Üç Şerefeli Cami de karşımıza çıkan bu plan şeması, zaman içerisinde Osmanlı mimarisinin vazgeçilmez estetik anlayışı haline gelmiştir .Piyale Paşa Camiinde bu avlu yorumu yerine, erken dönem Bursa Camilerinden aşina olduğumuz,caminin üç tarafının iki katlı revaklarla çevrilmesi geleneğine bir geri dönüş vardır.Camilerin ana giriş kapısı olan "cümle kapısı"nın önünde yer alan son camaat yeri yine eski geleneğe uygun olarak kubbe yerine düz bir örtüyle örtülmüştür.Sinan'ın eliyle yontulmuş bir caminin önünde durursanız eğer , mabedin, ana kubbeye kadar nasıl yükseldiğini Sinan size adeta tek tek gösterir.Her bir payanda,yarım kubbe,kemer,ana kubbeyi göğe kaldırmak için gereksiz hiçbir yorumun arkasına gizlenmeden, açık bir kitap gibi önümüzde durur.Burada ise yine geriye dönüş vardır,tek bir büyük kubbenin hakimiyeti yerine 9m çapında 6 kubbe ve yanlara doğru tonozlarla genişleyen yapının bu eski yorumlarla ele alınmasındaki sır minarenin yeri ile kendini belli eder.Caminin genellikle köşelerinde yükselen kalem minare burada tam cephenin ortasında ana eksendedir ki daha önce böyle bir yorum karşımıza çıkmamıştır.Tek kubbe hakimiyeti yerine eşit büyüklükteki altı kubbe,yanlara doğru ağır payelerin taşıdığı tonozlu revaklar,önünde revaklı bir iç avlunun olmamasından dolayı daha bağımsız duran caminin ana kütlesi,son cemaat kısmında kubbe yerine düz örtü kullanılması ve en sonunda minarenin o özel yeri camiyi bir Osmanlı Kadırgası na dönüştürür.Gerçekten minare konumu itibariyle adeta bir yelken direğini andırır.Denizleri fethetmiş bir Kaptan-ı Derya için yapılmış bu eser işte bu eşsiz yorumlarıyla,Sinan'ın mücevherlerinden biri haline gelir.
Piyale Paşa engin denizlerden sonra,bu nadide yapının haziresinde yer alan türbesinde aynı zamanda 2. Selim'in kızı olan, eşi Gevher Han Sultan ile onda doğan yedi kızı ve dört oğlu ile beraber bilinmeyen başka enginliklerdeki son yolculuğuna çıkmak üzere bekler.
23 Şubat 2014 Pazar
22 Şubat 2014 Cumartesi
Hipodromun Orta Yerinde Küçük Bir Kızın Hikayesi
İnsanoğlunun hayal gücü hayatın ona verebileceklerini yahut da ondan alabileceklerini tahmin edebilme hususunda o kadar zayıf ve kabiliyetsiz ki.Çocukken dinlediğimiz masallar,büyürken okuduğumuz kitaplar hiç gerçekleşmeyecek hikayeler gibi gelirler bize,ama yine de gerçekleşmeyeceklerine inanarak ne okumaktan ne de dinlemekten vazgeçeriz.Halbuki insanoğlunun hayatında bazen umulmadık bir yerden esen güzel bir rüzgar kaderin önündeki bulutları dağıtmaya yeterken,bazen de ansızın beliren fırtınalar onu hiç bilmediği yerlere,acılara sürükleyebilir.Bu arada zamanın ona getireceklerinden habersiz kaderini kendi belirliyor zannetmenin saflığıyla oyalanır durur insan.
İşte Makedonya'nın bir köyünde doğan Justinianus kapıldığı rüzgarla doğduğu topraklardan ayrılarak imparatorluk muhafız birliklerine katılır ve Konstantinapolis'e gelir.Çok mu başarılı olur,doğru adımlar mı atar,önemli kişilerle mi arkadaşlık eder bilmiyorum ama bu okuma yazma bilmeyen cahil adam kendini Bizans tahtında otururken bulur.Herhalde o tahtta otururken, onu köyünden koparıp başına Roma'nın tacını takan rüzgarın gücüne kendisi de şaşırmış olmalıdır.Önemli yazışmaları ancak bir tahta üzerine oyulmuş harflerin yardımıyla imzalayabilen Justinianus, onunla aynı adı paylaşan yeğenine hayatın ona zamanında vermediği imkanları şimdi sahip olduğu güç ve kendi evladının olmamasının verdiği rahatlıkla sonuna kadar sunar.Tarihçilerin zeki,çalışkan,sevimli,kendine hakim ve ihtiraslı,hükmedici diye tanımladıkları yeğeni justinianus ta ona sunulan olanakların şükrünü sonuna kadar bilerek tahtta pek bir başarı gösteremeyen dayısının her şeyi olur.Aldığı eğitim onu Roma İmparatorluğu'nu tekrar biraraya getirme ülküsüne sebebiyet vermiştir.İmparator olduğunda bu hayal onu pek çok kanlı mücadelenin içine atmış olsa da Justinianus adını Bizans'ın altın çağını yaşatacak bir hükümdar olarak tarihe adını yazdırır.
Kader,genç Justinianus'un hayatında güzel bir meltem şeklinde eserken,İstanbul'un bir başka köşesinde daha sonra Justinianus'un hayatında çok önemli bir yere sahip olacak olan Theodora için örseleyici birşekilde eser.
Bizans tahtına oturmanız için belli bir soydan gelme şartı önemli değildir.Eğer askerlerin sevgisini kazanabilmişseniz,entrika çevirmek sizin için alalade bir şeyse,hedeflediğiniz yolda bazen kıyıma varacak şekilde kan dökmekten çekinmiyorsanız taht yolunun önemli bir kısmını yarılamışsınız demektir,ama yine de imparator olabilmeniz için hipodromun önemli gücü olan Mavi ve Yeşillerden bir grubun desteğini muhakkak arkanıza almanız gerekir.Eğer tüm bunları yapabilmişseniz,iyi bir kader de sizin yanınızdaysa Bizans tahtı ile önünüzde bir engel kalmamış demektir.Şimdi kızlar kusura bakmayın sıkıcı bilgilere başlıyorum ama hikayem için bunları anlatmam şart.
Bizans'ın mutlak hakimi imparatordur ama imparatorun gözardı edemeyeceği bir güç olan hipodromdaki kalabalıklar fikirlerini söylemekten çekinmedikleri gibi eğer bu haykırışlar duyulmazsa en kanlı isyanlara kalkışmaya da bir an bile tereddüt etmezler.O yüzden imparatorlar bu kalabalıkları doğru bir şekilde yönlendirmek için hükümdarlıkları boyunca marifetli politik oyunlar oynamak zorunda kalmışlardır,ya da bu oyunlardan bunaldıkları zaman kanlı bir gözdağı ile susturmaktan çekinmemişlerdir,eğer zayıflık ve iradesizlik göstermişlerse de Andronikos Kommenus gibi kalabalıklar tarafında parçalanarak feci bir sonla öldürülmekten kaçamamışlardır.
Mavi ve Yeşiller kökleri Roma İmparatorluğu'na dayanan bir yapılanmadır.Bugün bile İtalya'nın geleneksel günlerinde mahalleler arasında yapılan coşkulu at yarışları ve kutlamalar Roma Medeniyeti'nin bu kanlı yarışlarının folklorik bir şekilde geriye kalan mirasıdır.Günümüzün politika gruplarına benzeyen bu yapı alalade bir sosyal gruplaşma değil bilakis listeleri,aidat ödeyen üyeleri,seçtikleri başkanları,silahlı milis kuvvetleri ile pek çok siyasi,ekonomik ve sosyal olayın yönünü değiştirecek bir örgütlenmeydi.İmparatorlugun her şehrinin kendine ait hipodromlarında mavi ve yeşil diye adlandırılan örgütlenme muhakkak bulunurdu.Bu ayrı şehirlerde aynı renklere inanmış kişiler arasında mutlak bir dayanışma vardı.Bütün vergi yüklerinden muaf tutulmuş,adlarına heykeller yapılan,şereflerine destanlar yazılan hipodromun araba yarışçıları bu iki farklı hizibten birine bağlı olmak ve onlar adına yarışmak zorundaydılar.İmparatorda dahil kim hangi tarafı tutuyorsa koluna tuttuğu tarafın renginden bir eşarp bağlamak zorundaydı.Bu cüretli tarafını gösterme adeti çoğu sefer ölümle sonuçlanacak ateşli kavgaların olmasına da sebebiyet veriyordu"Demark" adı verilen kendi seçtikleri yöneticinin yanında imparatorun bizzat atadığı "demokrat"adı verilen eş başkanla imparator bu hizipleri başıboş bırakmamaya çalışırdı.Hipodromun hayvan terbiyeceleri,dansörler,sirk göstericileri,tiyatrocular maaşlarını aldıkları bu hiziplere bağlıydılar.İşte bu ayı terbiyecilerinden biri olan bir baba ve dansör bir anneden doğma Theodora'nın hikayesi hipodromun bu orta yerinde başlar.Kocasının ölümüyle bir başına kalan anne üç kızının merhamet uyandıran güzelliklerine güvenerek yeşillerin zulmünden, kendisini ve çocuklarını koruması için mavilere, bir yarış günü hipodromun ortasında yalvarınca istediğini elde eder ve kocasından boşalan yere sevgilisini yerleştirmeyi başarır.Kızlarının, özellikle Theodora'nın dillere destan bir güzelliği vardır ve bu güzellik ona hipodromda düzenlenen gösteriler için büyük bir yarar sağlar.Sanatını en cüretkar şekilde göstermekten çekinmeyen bu güzel genç kız kıvrak bir zekaya da sahiptir,zekasını güzelliğiyle birleştiren Theodora kısa sürede kibar çevrelerin en ünlü gözdesi haline gelir.Evinde önemli politikacılar,devlet adamları,üst rütbeli askerler için eğlenceler tertip eder.Önemli kişilerle yaşadığı metres hayatı ona zenginliğin kapılarını araladığı gibi,dönemin tarihçileri tarafından bile aşağılanmaya varacak şöhreti de beraberinde getirir.Yaşadığı maceralı hayatta başına gelen kötü bir tecrübe onu İskenderiye'ye sürükler.Yepyeni bir başlangıç yapmak isteyen Theodora İskenderiye'ye hangi duygularla gelir,hayatında nasıl bir değişim yaşamıştır,gerçekten samimi bir tövbekar mıdır yoksa atacağı bir sonraki adım için planlanmış bir geri çekilme ve hesaplı bir pişmanlığın maskesi altına mı gizlenmektedir ,bu soruları cevaplamak zor çünkü hayatının bu dönemi karanlık, ama onu yakından tanıyan dönemin tarihçilerine göre, kininde ve tasarladığı işlerde son derce azimli olan bu güçlü kadının bir inziva hayatını tercih edeceğine inanmamız güçleşiyor.Nitekim Konstantinopolis'te güçlü devlet adamlarının doldurduğu evini bu sefer İskenderiye'de din,felsefe,düşünce adamları doldurur.Artık ateşli bir tövbekar gibi görünen Thedora Justinianus'un zulmünden kaçan Hristiyan Monofizist din adamlarıyla çok yakın ilişkiler kurar.Bu zeki kadın bu sefer dindar ve yardımsever kimliğiyle ün salar,zaten genç Justinianus onu bu yeni haliyle tanır ve ona öyle bir aşk ve hayatı boyunca sürecek bir hayranlıkla bağlanır ki kendine imparatoriçe yapmak için bir an bile tereddüt duymaz.Sonunda Patriğin takdis edip başına imparatorluk tacını taktığı güzel Theodora, justinianus tarafından Doğu Roma İmparatorluğu'nun kraliçesi olarak 527 yılında hipodromda kalabalık halka takdim edilir.Merhamet için hipodromun ortasında yalvaran küçük ve güzel kız yıllar sonra imparatorluk locası olan katizmada başında tacı,sırtında erguvan rengi pelerini ile tebasını gururlu bir edayla selamlar.Theodora kocasının en büyük yardımcısı olur,bir zamanlar evinde şereflerine eğlenceler tertiplediği devlet adamları huzuruna çıktıklarında imparatoriçenin ayaklarını öpüp o izin vermeden konuşamazlar.Zekası,bilgisi Justinianus'un politikalarına yön verir.İmparator yüzünü batıya Latin Krallığına dönerken,imparatoriçe Justinianus'un önemsemediği İmparatorluğun doğu toprakları ile iyi ilişkiler kurar.Ayrı safları tutar gibi görünmeleri sadece kurnaz bir politikadır.Hükümdarlıklarının ilk yıllarında 530'da meydana gelen " Nika isyanı" rakiplerine imparatoriçenin gücünü gösterdiği bir meydan okuma olur.İsyandan korkan Justinianus kaçma planları yaparken Theodora"Hayata sahip oluşumuz ancak onu bir gün kaybetmek içindir.İmparatorlar için erguvan renkli pelerin kefenlerin en güzelidir "diyerek tarihçilerin kaydettiği o ünlü konuşmasını yapar ve kaçmayı reddeder.Kimbilir Justinianus'un bilmediği ama Theodora'nın çok iyi bildiği yoksulluğun,kaybetmenin,aşağılanmanın,ezilmenin ağır hatıraları ona elindekileri kaybetmektense ölmeyi göze alacak kadar cesaret veriyordu.İşte bu gözü kara cesaretle kırk bin isyancının hipodromda toplanmasını fırsat bilen imparatoriçe, isyancılara göre sayıları az ama savaşta daha mahir ve acımasız olan imparatorluk muhafızlarına, hipodromun kapılarını kapattırıp isyancıların ölüm emrini verir.Askerlerin kılıçtan geçirdiği kırk bin asinin cesetleri üzerine basarak hakimiyetini,gücünü,korkusuzluğunu dosta düşmana ilan eder.İsyancıların "Zafer"anlamına gelen "Nika"çığlıkları hipodromun duvarları arasında kanlı bir susuşla söner.Nika ,isyancılar yerine Theodora'nın olur.
Bundan sonra Theodora ve Justinianus için mutlak bir hakimiyetin altında geçecek güçlü ve parlak hükümdarlık dönemi başlar.Sadece askeri alanda değil her alanda güçlenen Bizans Ayasofya gibi bir hazineyi bu parlak ve zengin günlerin nişanesi olarak göğe yükseltir.Theodora ve Justinianus'un en önemli eserlerinden biri olan Ayasofya'da onlara ait bir mozaik günümüze gelmemiştir.Kısaca tasvir yasağı ya da putkırıcılık diye tanımlayabileceğimiz Bizans'ın İkonoklazm döneminde Ayasofya'nın erken dönem mozaikleri tahrip edilmiştir.Theodora ölmeyi göze aldığı İstanbul'dan çok uzaklarda Ravenna'daki St.Vitale Kilisesi'nin duvarlarında gururlu bir ifadeyle tasvir edilmiştir.Tarihçiler tarafından o çok övülen güzelliği Bizans mozaik sanatının idealleştirme üslubu ve geleneksel çizgilerinden dolayı tam olarak algılanamasa da iri siyah gözlerinden zekasının parlaklığı üstündeki mücevherlerle beraber kilisenin duvarlarında ışıldar.
Tarih kitaplarından değilde, bir romanda bu hayat hikayesini okumuş olsak,yazarının hayal gücünün sınırlarını fazlasıyla zorladığını düşüneceğimiz Theodora'nın bir ayı terbiyecisinin kızı olarak başladığı hayatı,Bizans'ın en güçlü kadını olarak 548'de geride Justinianus'a bir veliaht bırakmadan sona erer.
İşte Makedonya'nın bir köyünde doğan Justinianus kapıldığı rüzgarla doğduğu topraklardan ayrılarak imparatorluk muhafız birliklerine katılır ve Konstantinapolis'e gelir.Çok mu başarılı olur,doğru adımlar mı atar,önemli kişilerle mi arkadaşlık eder bilmiyorum ama bu okuma yazma bilmeyen cahil adam kendini Bizans tahtında otururken bulur.Herhalde o tahtta otururken, onu köyünden koparıp başına Roma'nın tacını takan rüzgarın gücüne kendisi de şaşırmış olmalıdır.Önemli yazışmaları ancak bir tahta üzerine oyulmuş harflerin yardımıyla imzalayabilen Justinianus, onunla aynı adı paylaşan yeğenine hayatın ona zamanında vermediği imkanları şimdi sahip olduğu güç ve kendi evladının olmamasının verdiği rahatlıkla sonuna kadar sunar.Tarihçilerin zeki,çalışkan,sevimli,kendine hakim ve ihtiraslı,hükmedici diye tanımladıkları yeğeni justinianus ta ona sunulan olanakların şükrünü sonuna kadar bilerek tahtta pek bir başarı gösteremeyen dayısının her şeyi olur.Aldığı eğitim onu Roma İmparatorluğu'nu tekrar biraraya getirme ülküsüne sebebiyet vermiştir.İmparator olduğunda bu hayal onu pek çok kanlı mücadelenin içine atmış olsa da Justinianus adını Bizans'ın altın çağını yaşatacak bir hükümdar olarak tarihe adını yazdırır.
Kader,genç Justinianus'un hayatında güzel bir meltem şeklinde eserken,İstanbul'un bir başka köşesinde daha sonra Justinianus'un hayatında çok önemli bir yere sahip olacak olan Theodora için örseleyici birşekilde eser.
Bizans tahtına oturmanız için belli bir soydan gelme şartı önemli değildir.Eğer askerlerin sevgisini kazanabilmişseniz,entrika çevirmek sizin için alalade bir şeyse,hedeflediğiniz yolda bazen kıyıma varacak şekilde kan dökmekten çekinmiyorsanız taht yolunun önemli bir kısmını yarılamışsınız demektir,ama yine de imparator olabilmeniz için hipodromun önemli gücü olan Mavi ve Yeşillerden bir grubun desteğini muhakkak arkanıza almanız gerekir.Eğer tüm bunları yapabilmişseniz,iyi bir kader de sizin yanınızdaysa Bizans tahtı ile önünüzde bir engel kalmamış demektir.Şimdi kızlar kusura bakmayın sıkıcı bilgilere başlıyorum ama hikayem için bunları anlatmam şart.
Bizans'ın mutlak hakimi imparatordur ama imparatorun gözardı edemeyeceği bir güç olan hipodromdaki kalabalıklar fikirlerini söylemekten çekinmedikleri gibi eğer bu haykırışlar duyulmazsa en kanlı isyanlara kalkışmaya da bir an bile tereddüt etmezler.O yüzden imparatorlar bu kalabalıkları doğru bir şekilde yönlendirmek için hükümdarlıkları boyunca marifetli politik oyunlar oynamak zorunda kalmışlardır,ya da bu oyunlardan bunaldıkları zaman kanlı bir gözdağı ile susturmaktan çekinmemişlerdir,eğer zayıflık ve iradesizlik göstermişlerse de Andronikos Kommenus gibi kalabalıklar tarafında parçalanarak feci bir sonla öldürülmekten kaçamamışlardır.
Mavi ve Yeşiller kökleri Roma İmparatorluğu'na dayanan bir yapılanmadır.Bugün bile İtalya'nın geleneksel günlerinde mahalleler arasında yapılan coşkulu at yarışları ve kutlamalar Roma Medeniyeti'nin bu kanlı yarışlarının folklorik bir şekilde geriye kalan mirasıdır.Günümüzün politika gruplarına benzeyen bu yapı alalade bir sosyal gruplaşma değil bilakis listeleri,aidat ödeyen üyeleri,seçtikleri başkanları,silahlı milis kuvvetleri ile pek çok siyasi,ekonomik ve sosyal olayın yönünü değiştirecek bir örgütlenmeydi.İmparatorlugun her şehrinin kendine ait hipodromlarında mavi ve yeşil diye adlandırılan örgütlenme muhakkak bulunurdu.Bu ayrı şehirlerde aynı renklere inanmış kişiler arasında mutlak bir dayanışma vardı.Bütün vergi yüklerinden muaf tutulmuş,adlarına heykeller yapılan,şereflerine destanlar yazılan hipodromun araba yarışçıları bu iki farklı hizibten birine bağlı olmak ve onlar adına yarışmak zorundaydılar.İmparatorda dahil kim hangi tarafı tutuyorsa koluna tuttuğu tarafın renginden bir eşarp bağlamak zorundaydı.Bu cüretli tarafını gösterme adeti çoğu sefer ölümle sonuçlanacak ateşli kavgaların olmasına da sebebiyet veriyordu"Demark" adı verilen kendi seçtikleri yöneticinin yanında imparatorun bizzat atadığı "demokrat"adı verilen eş başkanla imparator bu hizipleri başıboş bırakmamaya çalışırdı.Hipodromun hayvan terbiyeceleri,dansörler,sirk göstericileri,tiyatrocular maaşlarını aldıkları bu hiziplere bağlıydılar.İşte bu ayı terbiyecilerinden biri olan bir baba ve dansör bir anneden doğma Theodora'nın hikayesi hipodromun bu orta yerinde başlar.Kocasının ölümüyle bir başına kalan anne üç kızının merhamet uyandıran güzelliklerine güvenerek yeşillerin zulmünden, kendisini ve çocuklarını koruması için mavilere, bir yarış günü hipodromun ortasında yalvarınca istediğini elde eder ve kocasından boşalan yere sevgilisini yerleştirmeyi başarır.Kızlarının, özellikle Theodora'nın dillere destan bir güzelliği vardır ve bu güzellik ona hipodromda düzenlenen gösteriler için büyük bir yarar sağlar.Sanatını en cüretkar şekilde göstermekten çekinmeyen bu güzel genç kız kıvrak bir zekaya da sahiptir,zekasını güzelliğiyle birleştiren Theodora kısa sürede kibar çevrelerin en ünlü gözdesi haline gelir.Evinde önemli politikacılar,devlet adamları,üst rütbeli askerler için eğlenceler tertip eder.Önemli kişilerle yaşadığı metres hayatı ona zenginliğin kapılarını araladığı gibi,dönemin tarihçileri tarafından bile aşağılanmaya varacak şöhreti de beraberinde getirir.Yaşadığı maceralı hayatta başına gelen kötü bir tecrübe onu İskenderiye'ye sürükler.Yepyeni bir başlangıç yapmak isteyen Theodora İskenderiye'ye hangi duygularla gelir,hayatında nasıl bir değişim yaşamıştır,gerçekten samimi bir tövbekar mıdır yoksa atacağı bir sonraki adım için planlanmış bir geri çekilme ve hesaplı bir pişmanlığın maskesi altına mı gizlenmektedir ,bu soruları cevaplamak zor çünkü hayatının bu dönemi karanlık, ama onu yakından tanıyan dönemin tarihçilerine göre, kininde ve tasarladığı işlerde son derce azimli olan bu güçlü kadının bir inziva hayatını tercih edeceğine inanmamız güçleşiyor.Nitekim Konstantinopolis'te güçlü devlet adamlarının doldurduğu evini bu sefer İskenderiye'de din,felsefe,düşünce adamları doldurur.Artık ateşli bir tövbekar gibi görünen Thedora Justinianus'un zulmünden kaçan Hristiyan Monofizist din adamlarıyla çok yakın ilişkiler kurar.Bu zeki kadın bu sefer dindar ve yardımsever kimliğiyle ün salar,zaten genç Justinianus onu bu yeni haliyle tanır ve ona öyle bir aşk ve hayatı boyunca sürecek bir hayranlıkla bağlanır ki kendine imparatoriçe yapmak için bir an bile tereddüt duymaz.Sonunda Patriğin takdis edip başına imparatorluk tacını taktığı güzel Theodora, justinianus tarafından Doğu Roma İmparatorluğu'nun kraliçesi olarak 527 yılında hipodromda kalabalık halka takdim edilir.Merhamet için hipodromun ortasında yalvaran küçük ve güzel kız yıllar sonra imparatorluk locası olan katizmada başında tacı,sırtında erguvan rengi pelerini ile tebasını gururlu bir edayla selamlar.Theodora kocasının en büyük yardımcısı olur,bir zamanlar evinde şereflerine eğlenceler tertiplediği devlet adamları huzuruna çıktıklarında imparatoriçenin ayaklarını öpüp o izin vermeden konuşamazlar.Zekası,bilgisi Justinianus'un politikalarına yön verir.İmparator yüzünü batıya Latin Krallığına dönerken,imparatoriçe Justinianus'un önemsemediği İmparatorluğun doğu toprakları ile iyi ilişkiler kurar.Ayrı safları tutar gibi görünmeleri sadece kurnaz bir politikadır.Hükümdarlıklarının ilk yıllarında 530'da meydana gelen " Nika isyanı" rakiplerine imparatoriçenin gücünü gösterdiği bir meydan okuma olur.İsyandan korkan Justinianus kaçma planları yaparken Theodora"Hayata sahip oluşumuz ancak onu bir gün kaybetmek içindir.İmparatorlar için erguvan renkli pelerin kefenlerin en güzelidir "diyerek tarihçilerin kaydettiği o ünlü konuşmasını yapar ve kaçmayı reddeder.Kimbilir Justinianus'un bilmediği ama Theodora'nın çok iyi bildiği yoksulluğun,kaybetmenin,aşağılanmanın,ezilmenin ağır hatıraları ona elindekileri kaybetmektense ölmeyi göze alacak kadar cesaret veriyordu.İşte bu gözü kara cesaretle kırk bin isyancının hipodromda toplanmasını fırsat bilen imparatoriçe, isyancılara göre sayıları az ama savaşta daha mahir ve acımasız olan imparatorluk muhafızlarına, hipodromun kapılarını kapattırıp isyancıların ölüm emrini verir.Askerlerin kılıçtan geçirdiği kırk bin asinin cesetleri üzerine basarak hakimiyetini,gücünü,korkusuzluğunu dosta düşmana ilan eder.İsyancıların "Zafer"anlamına gelen "Nika"çığlıkları hipodromun duvarları arasında kanlı bir susuşla söner.Nika ,isyancılar yerine Theodora'nın olur.
Bundan sonra Theodora ve Justinianus için mutlak bir hakimiyetin altında geçecek güçlü ve parlak hükümdarlık dönemi başlar.Sadece askeri alanda değil her alanda güçlenen Bizans Ayasofya gibi bir hazineyi bu parlak ve zengin günlerin nişanesi olarak göğe yükseltir.Theodora ve Justinianus'un en önemli eserlerinden biri olan Ayasofya'da onlara ait bir mozaik günümüze gelmemiştir.Kısaca tasvir yasağı ya da putkırıcılık diye tanımlayabileceğimiz Bizans'ın İkonoklazm döneminde Ayasofya'nın erken dönem mozaikleri tahrip edilmiştir.Theodora ölmeyi göze aldığı İstanbul'dan çok uzaklarda Ravenna'daki St.Vitale Kilisesi'nin duvarlarında gururlu bir ifadeyle tasvir edilmiştir.Tarihçiler tarafından o çok övülen güzelliği Bizans mozaik sanatının idealleştirme üslubu ve geleneksel çizgilerinden dolayı tam olarak algılanamasa da iri siyah gözlerinden zekasının parlaklığı üstündeki mücevherlerle beraber kilisenin duvarlarında ışıldar.
Tarih kitaplarından değilde, bir romanda bu hayat hikayesini okumuş olsak,yazarının hayal gücünün sınırlarını fazlasıyla zorladığını düşüneceğimiz Theodora'nın bir ayı terbiyecisinin kızı olarak başladığı hayatı,Bizans'ın en güçlü kadını olarak 548'de geride Justinianus'a bir veliaht bırakmadan sona erer.
14 Şubat 2014 Cuma
Sultanahmet Meydanı ve Hipodrom 1
Sultanahmet Meydanı'nın bulunduğu tarihi yarımada Osmanlı'nın kalbinin attığı yerdi.Padişahın ikamet ettiği saray buradaydı,saraya yakın bir mevkide yaşamayı kendileri için daha hayırlı gören pek çok devlet adamının konağı burada bulunurdu.Osmanlı'nın tıpkı yadigar kalan kıymetli eşyalara beslenilen hürmeti gösterdiği Ayasofya camii,yine en güzel ibadethanelerinden biri olan Sultanahmet camii buradaydı,öyleki Marmara Denizi'nden Haliç'e demirlemek üzere yabancı denizlerden gelen pekçok geminin İstanbul'a dair gördüğü ilk silüet tarihi yarımadaya bir hükümdar gibi kurulmuş olan bu güzel cami idi.
Aslında Osmanlı İstanbul'u şekillendirirken Bizans'ın ayak izlerini takip etmiştir.Bizans'ta kendinden önce İstanbul'a sahip olan Megaralıları.Sahip olduğu tabii konum mu bu tarihi yarımadayı binlerce yıldır bir cazibe merkezi haline getirmiştir bilmiyorum ama buranın büyülü bir havası vardır ve bu büyülü toprak parçasına sahip olan her medeniyet burayı birbirinden kıymetli eserlerle donatmak için çaba göstermiştir.Pagan Byzantion,Hristiyan Konstantinopol,ve nihayet Müslüman İstanbul sahipleri tarafından hep baş tacı edilmiştir.
Bugün İstanbul'a gelen pek çok kişinin uğradığı ilk yer olan Sultanahmet Meydanına Bizanslılar Hipodrom,Osmanlılar ise At Meydanı demişlerdir."At yarışı" anlamına gelen Hipodrom, Doğu Roma imparatorluğunun sosyal ve siyasal hayatında son derece önemli bir yere sahipti.Atina için Agora,Romalılar için Forum ne demekse,Bizans için Hipodrom o demekti.Halkın büyük rağbet gösterdiği at arabaları yarışları burada yapılırdı,imparator zaferle döndüğü savaş ganimetleri ile burada gücünü dosta,düşmana ilan ederdi,kutsal günler burada şenliklerle kutlanır,düzeni değiştirmeye yönelik kanlı ayaklanmaların ateşi ilk burada yakılırdı,düşman görülenler,suçlular burada öldürülür,tehlikeli bulunanlar burada yargılanırdı.Hülasa bu taş yapı Roma Medeniyeti'ninde yapı taşıydı.
Zor toprak koşulları,iklimi ve aralarında bitmek bilmeyen kanlı savaşlar bir Yunan kolonisi olan Megaralıları canlarından bezdirince efsanevi liderleri Byzas halkı için güvenli ve verimli topraklar aramaya başlar ve göçeden bu kabile İstanbul'u seçer kendilerine.Onların kurduğu devlet İstanbul'un bilinen ilk şehir devletidir.Ama yinede bu hikayede tarihin bıraktığı birçok boşluk vardır Megaralıların bu göç macerası ve İstanbul'un ilk site devleti hakkında elimizdeki belgelerle ancak bu kadarı söylenebilir.Cömert İstanbul kısa sürede kendilerini seçen bu kavmi zengin bir devlet haline getirir.Ancak bu zenginlik pekçok düşmanın dikkatini çeker.Roma yanıbaşında yükselen bu zenginliği kıskanır ve Megaralılar'a savaş açar.Romalılarla başetme cüretini gösteremeyen Megaralılar çaresiz ağır vergi şartlarını kabul etseler de Romalıların kabaran iştahlarını doyuramazlar.Sonunda vergi ödeme düzensizliğini bahane eden imparator Septimus Severus,şehirde taş üstünde taş kalmayacak şekilde Megaralıları tarih sahnesinden siler.Ama sonra bu büyülü güç onuda bir şekilde etkisi altına alır ve açtığı yaraları sarmaya başlar,ama her iyiliğinde şehre artık Romalı olduğunu hatırlatarak.Evvela Roma Medeniyeti'nin alamet-i farikası olan Hipodromu inşa eder.Bu ilk Hipodrom ahşap ve daha ilkel tarzdadır.Esas Hipodrom, İstanbul'u kendine başkent olarak seçen İmparator Konstantin tarafından yaptırılır.
Bugün bu Hipodromdan geriye birşey kalmamıştır.Bir kaynakta yüzlerce taş koltuğundan birinin Sultanahmet Cami'nin bahçesinde öylece durduğunu okumuştum,son kez gittiğimde arayıp bulacaktım bu çok eski eşyayı ama bir hafta sonra 17.yy Osmanlı Mimarisi'nin imtihan telaşı beni Bizans'ın ayak izlerini takip etmek yerine Osmanlılar'ın dolayısıyla Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'nın peşine düşürdüğü için onu arayamadım.Bir daha gittiğimde artık yitirilmiş bu büyük yapıdan geriye kalan bu küçük eşyayı arayacağım.
İnşası 330 yılında biten Hipodromun uzunluğu yaklaşık 370 m dir,genişliği ise 85-95 m kadardır.Bugün Sultanahmet camii'nin bulunduğu alanda yine artık yerinde olmayan Bizans Sarayı yükselirdi,hipodromun saraya bakan bu cephesinde ve tam karşısında eski Adalet Sarayı'nın bulunduğu alana denk düşen cephesinde anfi biçiminde 40 basamaklı tirübünler yer alırdı,Marmara Denizi'ne bakan alanda bulunan oturma alanlarına ait kısım yay biçiminde ele alınmıştı.Bugün Alman çeşmesi'nin bulunduğu yerde toplantı salonları,dinlenme odaları,yemek odaları gibi kısımları olan iki katlı ,gösterişli "Katizma" adı verilen imparator locası bulunurdu.İmparatorluk rengi olan ağır işlemeli eflatun pelerinini omuzlarına atmış birbirinden değerli taş ve ziynet eşyasıyla kendini donatmış,imparator ve ailesi etkinliklere katılmak üzere saraydan gizli bir tünelle bu locaya gelirlerdi.Yarışların yapılacağı günden bir gün önce imparator locasına asılan ipek güneşlik ile İstanbul halkı bu yarışlardan haberdar edilirlerdi.
Hipodromun ortasındaki duvara spina denirdi ve üzerinde imparatorluğun farklı topraklarından getirilmiş anıtlar bulunurdu.Bugün gördüğümüz bu dikilitaşlar bir zamanlar hipodromun parçasıydılar.Yıllar içerisinde biraz hor kullanılmış olsalar da günümüze kadar gelebilmeyi başarmış dirayetli anıtlardır bunlar zira Doğu Roma döneminde sayıları bir hayli kalabalık olan anıtlardan sadece bu üçü günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır.Arkalarında bir boşluk bırakarak yitip giden bu anıtlardan biride bu gün Venedikte San Marco Meydanında yer alan Venedik dükasının sarayına ait San Marco Kilsesi'nde artık Sultanahmet Meydanı yerine San Marco meydanını seyreden bir grup at heykelidir.Bronzdan yapılmış dört attan oluşan bu heykel grubunun adı "Quadriga Atları "dır.Quadriga eski Roma'da atların çektiği yarış arabalarına verilen addır.M.Ö 4.yy'da Yunanlı heykeltraş Lissipos tarafından yapılmışlardır.1204 Haçlı Seferi,Avrupa'yı Müslümanlara karşı yardıma çağıran Bizans için acı bir süpriz doğurmuştur.Müslümanlarla savaşmak yerine İstanbul'da bir Latin Krallığı kurmayı daha kolay gören Haçlı kuvvetleri Bizans'ın sahip olduğu pekçok dini ve tarihi değeri olan eserleri Avrupa'ya kaçırmış,Bizans'ı küçümsedikleri barbarlara yakışacak şekilde soymaktan kaçınmamışlardı.İşte bu atlarda, bu soygun sırasında Avrupa'ya kaçırılan eserler arasındaydı.828 yılında Venedikli tüccarların İskenderiye'de bulunan Aziz San Marco'ya ait olduğu düşünülen kutsal eşyaların yine bir kültürel soygunla çalınması şerefine Venedik dükasına ait sarayın şapeli olarak yapılan San Marco kilisesinde yer alan bu atlar bin yıl sonra bu sefer İtalya'yı işgal eden Napolyon tarafından Paris'e kaçırılsalar da tekrar eski yerlerine iade edilmişlerdir, ancak 2. Dünya Savaşında Almanların zarar vereceği endişesiyle, bu durmadan sahip değiştiren 2000 yaşındaki atlar şapelin içine alınmıştır,bugün şapelin üstünde yer alan at heykelleri orijinal Quadriga Atları değildir.
.
Şimdi artık ne hipodrom ne de ona ait olan eserler yerlerinde duruyor, ama orada yaşanan pek çok olay yazıla yazıla ,söylene söylene günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır,bize de o yazılanları okumak,bazen hayret etmek,bazen şaşırmak,bazen gülmek ama en çok da dünyanın tüm ihtirasına,gücüne,zenginliğine rağmen geçiciliğini anlamak kalmıştır.
Aslında Osmanlı İstanbul'u şekillendirirken Bizans'ın ayak izlerini takip etmiştir.Bizans'ta kendinden önce İstanbul'a sahip olan Megaralıları.Sahip olduğu tabii konum mu bu tarihi yarımadayı binlerce yıldır bir cazibe merkezi haline getirmiştir bilmiyorum ama buranın büyülü bir havası vardır ve bu büyülü toprak parçasına sahip olan her medeniyet burayı birbirinden kıymetli eserlerle donatmak için çaba göstermiştir.Pagan Byzantion,Hristiyan Konstantinopol,ve nihayet Müslüman İstanbul sahipleri tarafından hep baş tacı edilmiştir.
Bugün İstanbul'a gelen pek çok kişinin uğradığı ilk yer olan Sultanahmet Meydanına Bizanslılar Hipodrom,Osmanlılar ise At Meydanı demişlerdir."At yarışı" anlamına gelen Hipodrom, Doğu Roma imparatorluğunun sosyal ve siyasal hayatında son derece önemli bir yere sahipti.Atina için Agora,Romalılar için Forum ne demekse,Bizans için Hipodrom o demekti.Halkın büyük rağbet gösterdiği at arabaları yarışları burada yapılırdı,imparator zaferle döndüğü savaş ganimetleri ile burada gücünü dosta,düşmana ilan ederdi,kutsal günler burada şenliklerle kutlanır,düzeni değiştirmeye yönelik kanlı ayaklanmaların ateşi ilk burada yakılırdı,düşman görülenler,suçlular burada öldürülür,tehlikeli bulunanlar burada yargılanırdı.Hülasa bu taş yapı Roma Medeniyeti'ninde yapı taşıydı.
Zor toprak koşulları,iklimi ve aralarında bitmek bilmeyen kanlı savaşlar bir Yunan kolonisi olan Megaralıları canlarından bezdirince efsanevi liderleri Byzas halkı için güvenli ve verimli topraklar aramaya başlar ve göçeden bu kabile İstanbul'u seçer kendilerine.Onların kurduğu devlet İstanbul'un bilinen ilk şehir devletidir.Ama yinede bu hikayede tarihin bıraktığı birçok boşluk vardır Megaralıların bu göç macerası ve İstanbul'un ilk site devleti hakkında elimizdeki belgelerle ancak bu kadarı söylenebilir.Cömert İstanbul kısa sürede kendilerini seçen bu kavmi zengin bir devlet haline getirir.Ancak bu zenginlik pekçok düşmanın dikkatini çeker.Roma yanıbaşında yükselen bu zenginliği kıskanır ve Megaralılar'a savaş açar.Romalılarla başetme cüretini gösteremeyen Megaralılar çaresiz ağır vergi şartlarını kabul etseler de Romalıların kabaran iştahlarını doyuramazlar.Sonunda vergi ödeme düzensizliğini bahane eden imparator Septimus Severus,şehirde taş üstünde taş kalmayacak şekilde Megaralıları tarih sahnesinden siler.Ama sonra bu büyülü güç onuda bir şekilde etkisi altına alır ve açtığı yaraları sarmaya başlar,ama her iyiliğinde şehre artık Romalı olduğunu hatırlatarak.Evvela Roma Medeniyeti'nin alamet-i farikası olan Hipodromu inşa eder.Bu ilk Hipodrom ahşap ve daha ilkel tarzdadır.Esas Hipodrom, İstanbul'u kendine başkent olarak seçen İmparator Konstantin tarafından yaptırılır.
Bugün bu Hipodromdan geriye birşey kalmamıştır.Bir kaynakta yüzlerce taş koltuğundan birinin Sultanahmet Cami'nin bahçesinde öylece durduğunu okumuştum,son kez gittiğimde arayıp bulacaktım bu çok eski eşyayı ama bir hafta sonra 17.yy Osmanlı Mimarisi'nin imtihan telaşı beni Bizans'ın ayak izlerini takip etmek yerine Osmanlılar'ın dolayısıyla Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'nın peşine düşürdüğü için onu arayamadım.Bir daha gittiğimde artık yitirilmiş bu büyük yapıdan geriye kalan bu küçük eşyayı arayacağım.

Hipodromun ortasındaki duvara spina denirdi ve üzerinde imparatorluğun farklı topraklarından getirilmiş anıtlar bulunurdu.Bugün gördüğümüz bu dikilitaşlar bir zamanlar hipodromun parçasıydılar.Yıllar içerisinde biraz hor kullanılmış olsalar da günümüze kadar gelebilmeyi başarmış dirayetli anıtlardır bunlar zira Doğu Roma döneminde sayıları bir hayli kalabalık olan anıtlardan sadece bu üçü günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır.Arkalarında bir boşluk bırakarak yitip giden bu anıtlardan biride bu gün Venedikte San Marco Meydanında yer alan Venedik dükasının sarayına ait San Marco Kilsesi'nde artık Sultanahmet Meydanı yerine San Marco meydanını seyreden bir grup at heykelidir.Bronzdan yapılmış dört attan oluşan bu heykel grubunun adı "Quadriga Atları "dır.Quadriga eski Roma'da atların çektiği yarış arabalarına verilen addır.M.Ö 4.yy'da Yunanlı heykeltraş Lissipos tarafından yapılmışlardır.1204 Haçlı Seferi,Avrupa'yı Müslümanlara karşı yardıma çağıran Bizans için acı bir süpriz doğurmuştur.Müslümanlarla savaşmak yerine İstanbul'da bir Latin Krallığı kurmayı daha kolay gören Haçlı kuvvetleri Bizans'ın sahip olduğu pekçok dini ve tarihi değeri olan eserleri Avrupa'ya kaçırmış,Bizans'ı küçümsedikleri barbarlara yakışacak şekilde soymaktan kaçınmamışlardı.İşte bu atlarda, bu soygun sırasında Avrupa'ya kaçırılan eserler arasındaydı.828 yılında Venedikli tüccarların İskenderiye'de bulunan Aziz San Marco'ya ait olduğu düşünülen kutsal eşyaların yine bir kültürel soygunla çalınması şerefine Venedik dükasına ait sarayın şapeli olarak yapılan San Marco kilisesinde yer alan bu atlar bin yıl sonra bu sefer İtalya'yı işgal eden Napolyon tarafından Paris'e kaçırılsalar da tekrar eski yerlerine iade edilmişlerdir, ancak 2. Dünya Savaşında Almanların zarar vereceği endişesiyle, bu durmadan sahip değiştiren 2000 yaşındaki atlar şapelin içine alınmıştır,bugün şapelin üstünde yer alan at heykelleri orijinal Quadriga Atları değildir.
.
Şimdi artık ne hipodrom ne de ona ait olan eserler yerlerinde duruyor, ama orada yaşanan pek çok olay yazıla yazıla ,söylene söylene günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır,bize de o yazılanları okumak,bazen hayret etmek,bazen şaşırmak,bazen gülmek ama en çok da dünyanın tüm ihtirasına,gücüne,zenginliğine rağmen geçiciliğini anlamak kalmıştır.
5 Şubat 2014 Çarşamba
Divanyolu ve Million taşı
Tramvay'dan inipte adımınızı Divanyolu'nun kaldırım taşlarına attığınız andan itibaren pekçok yapıyı,taşı ,ağacı kendi hikayelerini anlatmak üzere sizi bekler vaziyette bulursunuz.Günümüze kadar gelebilmiş ya da gelemeyen pekçok hatıra sahip olduğu hikayeleri bu birazda şekilsiz ve küçük meydanı farklı kültürlerin,dillerin dinlerin hercümerc olduğu tarihi bir masala dönüştürüverir.O hikayelerden biride Divanyolu'nun bir köşesinde yeralan kaba saba bir taşla ilgilidir.Ayasofya'nın karşısındaki köşede,su terazisinin yanında mütavazi bir şekilde duran"Million Taşı" bir zamanlar Roma İmparatorluğu için dünyanın merkeziydi,çünkü Romalılar için dünya tam bu noktadan başlardı.Bu taşı sıfır noktası olarak kabul eden Romalılar dünya ile ilgili bütün mesafelerin uzaklıklarını buradan başlayarak ölçerlerdi.Doğu Roma İmparatorluğu'nun en önemli caddesi Mesa buradan başlar ve yol yapmaya meraklı Romalılar için dünyaya, buradan yürümeye başlanarak ulaşılırdı.Bayazıt'a kadar uzanan bu yol "Y" şeklinde çatallar yaparak planlı bir şekilde tüm şehri dolaşır ve Edirnekapı surlarından geçerek dünyaya açılırdı.Adını Latincede yedi telli lirin ortasındaki mese adlı telden alan bu yolun iki yanını zengin ve gösterişli binalar ve Yunan tapınaklarından getirilmiş heykeller süslerdi.
Antik Mesa yolu günümüze kadar gelebilmeyi başarmış uzun ve yorgun bir yoldur 1960'lardan sonra İstanbul'u tarumar eden çarpık kentleşme,alınan kontrolsüz göçler sonucu yitirilmiş onca sokağa ,eserlere rağmen varlığını bir şekilde devam ettirebilmiştir.
Bir zamanlar, Romalıların arşınladığı bu yolda Osmanlılarda yürümeyi tercih etmişlerdir,ancak yürüyenler değişince adı da değişmiştir yolun.Topkapı Sarayı'nda kurulan divanda görev yapan devlet adamları bu yolu kullandıkları için yol artık "Divanyolu" diye anılır olmuştur ve yolun iki yanında yer alan Bizans Sarayları yerlerini Osmanlı Konaklarına bırakmıştır.
1865 yılında çıkan büyük bir yangın bu zarif konakların yerini şekilsiz,üslupsuz hiçbir estetik değeri olmayan 20.yy ın hediyesi apartmanlara bırakmıştır.Yanlız bu çirkinliklerin arasında sıkışıp kaldıkları yerden başlarını uzatmaya çalışan zarif eserleri saymazsak.Bu yangından sonra fırsat bu fırsat deyip Divanyolu'nu dahada genişletmeye çalışan Keçecizade Fuat Paşa birkaç kıymetli eser bu istimlakla yıktırılınca hedef olduğu eleştirileri anlatmak için "Bu yolu,başımıza atılan taşlarla döşedik"diye latife eder.İlginç bir devlet adamıdır Fuat Paşa,asıl mesleği doktorluktur ama tarihin o döneminde pekçok şahıs için söyleyebileceğimiz gibi sadece bir şey değil aynı zamanda pekçok şeydirde.Hem doktor,hem sadrazam,hem hariciye nazırı,hem nüktedan,hem tarihçi,hem fransızca şiirler okuduğu suareler düzenleyecek kadar alafranga,hem de gazeller yazacak kadar bir yanıyla hala alaturka.Zaten kendisi de bu çoklu kimliğine atıfta bulunarak"Lüzumlu olunca asker olup kılıç taşıdığım gibi,yarın lazım olursa şeyhülislam olup sarık sarmayı bilirim"dermiş.Tabi aynı anda bu kadar çok şeyi yapmaya çalışmak,kendine bu kadar güvenmek dönemin o ağır sorunlarını çözmede ne kadar yardımcı olur bilemem. Sanırım o da çözemediği sorunları nüktedanlığı ile yumuşatma yoluna gitmeyi tercih etmiş.Avrupa'yı ilk kez ziyaret eden Osmanlı Padişahı olan Abdülaziz'in bu seyahatinde hariciye nazırı olarak görev yapar Fuat Paşa ve onun bu,kelimeleri eğip bükme becerisi orada da kendini gösterir.3.Napolyon'un Fuat Paşanın orada bulunduğunu farketmeyip Sultan Abdülaziz için biraz beklesin sözüne bozulmuş olmalı ki kralın "Aman haşmetmaba bunu duyurmayınız"tembihine "Hiç söyler miyim!Ben onun söylediklerini şimdiye kadar size duyurdum mu?"diyerek hünkarının onurunu korumaya çalıştığını kaynaklar yazar.
Sonunda bu renkli devlet adamı içinde bu dünyadan göç etme zamanı gelince,Paşa yaptığı yolu çok beğenmiş olacak ki türbesi için Divanyolu'nu seçer kendine.Tüm canlılığı,hengamesi,uğraşısı,kalabalıklarıyla devam eden canlı bir hayatın yanıbaşında sessizliği simgeleyen türbe.Bağıran hayata karşılık artık susmuş bir nefsin beklenen güne kadar ebedi istirahat mekanı olacak türbede yine dönemin önemli şahsiyetlerinden Sami Paşa'nın talik olunmuş nefis mersiyesi dikkat çeker.
Her ten biter bir dert ile
Geh germ ile geh serd ile
Uğraşmaya her ferd ile
Değmez bu dünya-yı ahes
Allah bes,baki heves
Yine tarihin dar ve yaşlı sokaklarında kaybolduk.Million Taşı etrafında dolanırken,Divanyolu'na oradan da bu yolla özdeşleşmiş Fuat Paşa'nın hayatına sapıverdik.Ama İstanbul'un köşeleri hep böyle kaybolmanıza neden olur,bir yer görürsünüz,neymiş bunun hikayesi diye başlarsınız sonra bir bakmışsınız ki bilmediğiniz yerlerde,yaşamadığınız zamanlarda,tanımadığınız insanlar arasında kayboluvermişsiniz.
Eğer bir gün yolunuz buraya düşerse biliniz ki üzerinde yürüdüğünüz yol iki bin yıldır yürünen bir yoldur o yüzden adımlarınızı biraz yavaşlatın ve bu yolun üzerinde bulunan günümüze kadar gelebilmiş eserlerin güzelliklerini görmeden geçmeyin.
Antik Mesa yolu günümüze kadar gelebilmeyi başarmış uzun ve yorgun bir yoldur 1960'lardan sonra İstanbul'u tarumar eden çarpık kentleşme,alınan kontrolsüz göçler sonucu yitirilmiş onca sokağa ,eserlere rağmen varlığını bir şekilde devam ettirebilmiştir.
Bir zamanlar, Romalıların arşınladığı bu yolda Osmanlılarda yürümeyi tercih etmişlerdir,ancak yürüyenler değişince adı da değişmiştir yolun.Topkapı Sarayı'nda kurulan divanda görev yapan devlet adamları bu yolu kullandıkları için yol artık "Divanyolu" diye anılır olmuştur ve yolun iki yanında yer alan Bizans Sarayları yerlerini Osmanlı Konaklarına bırakmıştır.
1865 yılında çıkan büyük bir yangın bu zarif konakların yerini şekilsiz,üslupsuz hiçbir estetik değeri olmayan 20.yy ın hediyesi apartmanlara bırakmıştır.Yanlız bu çirkinliklerin arasında sıkışıp kaldıkları yerden başlarını uzatmaya çalışan zarif eserleri saymazsak.Bu yangından sonra fırsat bu fırsat deyip Divanyolu'nu dahada genişletmeye çalışan Keçecizade Fuat Paşa birkaç kıymetli eser bu istimlakla yıktırılınca hedef olduğu eleştirileri anlatmak için "Bu yolu,başımıza atılan taşlarla döşedik"diye latife eder.İlginç bir devlet adamıdır Fuat Paşa,asıl mesleği doktorluktur ama tarihin o döneminde pekçok şahıs için söyleyebileceğimiz gibi sadece bir şey değil aynı zamanda pekçok şeydirde.Hem doktor,hem sadrazam,hem hariciye nazırı,hem nüktedan,hem tarihçi,hem fransızca şiirler okuduğu suareler düzenleyecek kadar alafranga,hem de gazeller yazacak kadar bir yanıyla hala alaturka.Zaten kendisi de bu çoklu kimliğine atıfta bulunarak"Lüzumlu olunca asker olup kılıç taşıdığım gibi,yarın lazım olursa şeyhülislam olup sarık sarmayı bilirim"dermiş.Tabi aynı anda bu kadar çok şeyi yapmaya çalışmak,kendine bu kadar güvenmek dönemin o ağır sorunlarını çözmede ne kadar yardımcı olur bilemem. Sanırım o da çözemediği sorunları nüktedanlığı ile yumuşatma yoluna gitmeyi tercih etmiş.Avrupa'yı ilk kez ziyaret eden Osmanlı Padişahı olan Abdülaziz'in bu seyahatinde hariciye nazırı olarak görev yapar Fuat Paşa ve onun bu,kelimeleri eğip bükme becerisi orada da kendini gösterir.3.Napolyon'un Fuat Paşanın orada bulunduğunu farketmeyip Sultan Abdülaziz için biraz beklesin sözüne bozulmuş olmalı ki kralın "Aman haşmetmaba bunu duyurmayınız"tembihine "Hiç söyler miyim!Ben onun söylediklerini şimdiye kadar size duyurdum mu?"diyerek hünkarının onurunu korumaya çalıştığını kaynaklar yazar.
Sonunda bu renkli devlet adamı içinde bu dünyadan göç etme zamanı gelince,Paşa yaptığı yolu çok beğenmiş olacak ki türbesi için Divanyolu'nu seçer kendine.Tüm canlılığı,hengamesi,uğraşısı,kalabalıklarıyla devam eden canlı bir hayatın yanıbaşında sessizliği simgeleyen türbe.Bağıran hayata karşılık artık susmuş bir nefsin beklenen güne kadar ebedi istirahat mekanı olacak türbede yine dönemin önemli şahsiyetlerinden Sami Paşa'nın talik olunmuş nefis mersiyesi dikkat çeker.
Her ten biter bir dert ile
Geh germ ile geh serd ile
Uğraşmaya her ferd ile
Değmez bu dünya-yı ahes
Allah bes,baki heves
Yine tarihin dar ve yaşlı sokaklarında kaybolduk.Million Taşı etrafında dolanırken,Divanyolu'na oradan da bu yolla özdeşleşmiş Fuat Paşa'nın hayatına sapıverdik.Ama İstanbul'un köşeleri hep böyle kaybolmanıza neden olur,bir yer görürsünüz,neymiş bunun hikayesi diye başlarsınız sonra bir bakmışsınız ki bilmediğiniz yerlerde,yaşamadığınız zamanlarda,tanımadığınız insanlar arasında kayboluvermişsiniz.
Eğer bir gün yolunuz buraya düşerse biliniz ki üzerinde yürüdüğünüz yol iki bin yıldır yürünen bir yoldur o yüzden adımlarınızı biraz yavaşlatın ve bu yolun üzerinde bulunan günümüze kadar gelebilmiş eserlerin güzelliklerini görmeden geçmeyin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)