İnsan bir ağaca baktığında ne görür?Değişen mevsimleri,yorgunsa altında dinlenebileceği gölgesini,çocuksa tırmanabileceği yahut salıncak kurabileceği dallarını.Yaşlı bir ağaçsa kimbilir hangi bilmediğimiz zamanlardan boy vermiş dallarını,taze incecik bir ağaçsa kimbilir hangi bilmediğimiz zamanlara boy vereceği günlerin hayalini...Ama şimdilerin Sultanahmet Meydanı dediğimiz,eski zamanlarda ise At Meydanı diye anılan yerdeki bu ağaç gören gözleri dehşete düşürecek hikayeler anlatmış birzamanlar.
17. yy ın buhranlı Osmanlı topraklarında yenile yenile İstanbul'a dönen yeniçeriler paralarını alamadıkları gerekçesiyle yine kazan kaldırırlar.Kazanın kaldırılması demek o kazan tekrar eski yerine konulana kadar yeniçerilerin istemediği birkaç başın gitmesi demekti ve artık gücünü yitirmeye başlamış Osmanlı da o kazan iki yüzyıl boyunca sadrazamların,vezirlerin hatta padişahların başını ala ala yerine oturtulabilmiştir.Peki her defasında yerinden oynadığında güç dengelerini de yerinden oynatan bu kazan ne menem birşeydi?Yeniçerilerin hayatlarını analatan kaynaklara baktığımızda iki tip kazandan söz edildiğini görürüz.Bunlardan ilki yeniçerilere verilen yemeklerin dağıtıldığı kazandır ki hoşlarına gitmeyen bir durumla karşılaştıklarında evvela kendilerine verilen bu yemeği reddetmekle işe başlarlar.Tabi o devirler "Otur bakayım,sesini kes ve yemeğine devam et"diyebilecek otoritenin artık olmamasından dolayı bu eyleme pekçok kez başvurulduğu görülür.Diğer kazan ise Yeniçeriler için adanmışlığın ve bağlılığın sembolüdür.Zira Yeniçerilerin piri olarak kabul ettikleri Hacı Bektaş Veli'nin ilk kez bu kazanda çorba pişirdiğine inanılırdı ve bu kazan yerinden oynatılıp birde yerine su döküldüğünde artık dünya altüst olmuş demekti ve bu altüst olan dünya ancak pekçok kan döküldükten sonra normale dönebilirdi.
Yine böyle bir isyanda otuz kadar başın istendiği listeye karşı çıkma gücünü bulamayan 4. Mehmet yeniçerilere çaresizce boyun eğer.Sonrası seyredilmek zorunda kalınan bir vahşettir.Öldürülen devlet adamlarının başları bu çınar ağacının dallarına asılır ve ağacı görenler bundan sonra bu ağaca Vakvak Ağacı olaya da Şecere-i Vakvak adını verirler,çünkü ağacın meyveleri insan başı şeklindedir.Uzak diyarlarda anlatılmaya başlanan masalların, efsanelerin ağacıdır bu ağaç.Anlatıla anlatıla çok uzak mesafeler katedip bu topraklara gelmiştir.Herkese kendini göstermeyen gizemli yıldızları takip ederek bulabileceğiniz büyülü topraklarda yetişir.Meyveleri insan başı şeklindedir ve bu başlar "vak vak "sesi çıkarırlar,o yüzdende ağaç bu adla anılır.Büyülü toprakların,büyülü ağacı dinleyenlere ürperti verir,o yüzdende onu dinleyenler düşman gördüklerinden korunmak için bu ağacı tılsım seçerler kendilerine ve taşa,ağaca,kumaşa,çiniye hülasa korunmaya değer bulduğu herşeye bu tılsımı çizmeye başlarlar.Bu dünyadan olan ya da olmayan bütün kötülükleri bu ağacın başlarının korkutacaklarına inanarak nakşederler..M.S 766-801 yılları arasında yazılmış Çince bir eser olan T'ung-Tren'de de rastlarız bu ağaca İran'ın büyük şairi Firdevsi'nin muhteşem eseri Şehname'de Büyük İskender'in hayatının anlatıldığı kıssada da .Sonra uzun zamanlar içinde uzun yollar katederek Anadolu'ya geldiğinde tarihler 12. yy ' işaret eder.Bu tarihten sonra pekçok Selçuklu eserinde bu ağaca rastlarız.Kayseri-Sivas kervan yolu üzerindeki Karatay Han,Sivas Gök Medrese,Niğde Hüdavend Hatun türbesi gibi sivil mimari örneklerinde olduğu kadar Bünyan Ulu Cami,Niğde Sungur Bey Cami gibi dini yapılarda bile bu ağaç karşımıza çıkar.Sonra unutulur,artık taşa işlenmez olur ama çok uzun yıllar sonra yazılı olmayan şifahi kültürün bilgisi bambaşka bir olayı anlatmak için bu ismi seçer kendine.Bir zamanların koruyucu tılsımı olan bu ağaç artık kanlı bir olayın sembolüdür.
Tarih tekerürden ibarettir.Yıkılmaz,aşılmaz,bitmez,tükenmez,ölmez kelimelerinin insanlık tarihinde yeri yoktur.Güçlü olan herşeyin birbaştan birbaşa mezarlarıyla doludur tarih.Herşey yıkılır,aşılır,biter,tükenir ve ölür.İşte bir zamanların korku salan yeniçerilerde miadlarını doldurup kendi sonlarını bu olaydan iki yüzyıl sonra hazırlarlar.Ağaç aynı ağaç,yer aynı yerdir ama ağacın acı meyveleri değişmiştir artık.Ağaç şimdi yeniçerilerin başlarını meyve verir.Şecere-i Vakvak,Vaka-i Hayriyeye dönüşür.2.Mahmut yeniçerileri tarihin yaprakları arasına hapseder,isteyen zaferden zafere koşturan fütühat yeniçerilerini isteyen de zamanla eşkiya çetesine dönüşen yeniçerilerin hikayelerini okusun diye.Son sözü de Keçecizade İzzet Molla söyler ve kitabın kapağı kapanır."Koyup kaldırmadan ikide birde,kazan devrildi,söndürdü ocağı".
Ha! buarada yolunuz birgün Sultanahmet Meydanı'na düşerse oradaki ağaçların günahlarını almayın.Çünkü tarihin bu ürpertici ağacı tarihçilere göre günümüze ulaşamamıştır.Büyük bir ihtimalle ya yılların ya da ahın yükünden dolayı kuruyup gitmiştir.Gerçi Niyazi Ahmet Banoğlu "Tarihi ve Efsaneleriyle İstanbul Semtleri"adlı kitabında hikayesi efsaneyle doğan bu bahtsız ağacın sonunu yine bir efsaneyle bitirir.Söylentilere göre bu ağacı yok etmek çareleri aranmış,bunun içinde ilk önce ağaca göz değdirilip kurutulması sonrada kesilmesi düşünülünce nazarına güvenilir biri bulunup gözleri bağlı bir şekilde ağacın karşısına çıkarılmış,gözleri açıldığında "Aman,bu ne büyük ağaç !"diye hayret eden bu kem gözlü sayesinde ağaç birkaç gün içerisinde kuruyup gitmiş.
30 Ocak 2014 Perşembe
27 Ocak 2014 Pazartesi
Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi
Sultanahmet Divan yolu üzerinde bulunan Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi,yani geçm,ş zamanların ilkokulu Osmanlıda misaline hiç rastlamadığımız bir yapıdır.Mimarisinden dolayı değil,adandığı kişiden dolayı,çünkü hayrat bir saray kalfası için yapılmıştır.Bir padişahın eşi yada validesi adına hayrat yaptırması olağan bir durumdur ancak bir cariye için yapılması alalade bir durumdur.Osmanlı tarihi gerileme dönemiyle beraber pekçok isyanla karşı karşıya kalmıştı,üstelik sadece uzak topraklarında değil,pekçok kez padişahın hal edilmesi ya da katl edilmesiyle sonlanacak isyanlar imparatorluğun kalbi payitahtta da yaşanıyordu.Padişahların mutlak güçleriyle at sırtında fütühat illerinde dolaştıkları devirler gerilerde kalmıştı,artık padişahlar imparatorluğun önlenemez ve acılı dağılma sürecine girdiği döneme açılan zaman kapısının araladığı eşikte tedirgin bekliyorlardı.Yine dağılanları toplama telaşıyla yapılan yenilikler sonucu çıkan isyanda 3. Selim katledilmiştir.Hassas,şair,musikişinas padişah tarihçi Cevdet Paşa'nın aktardığına göre katillerine elindeki ney ile direnmeye çalışmıştır. Sabık padişah cellatlarıyla sarayın bir odasında boğuşurken tahtın diğer varisi 2. Mahmut'u öldürmek için başka birirleri yola koyulmuştur bile,ancak hiç umulmadık birinin çabası genç şehzadeyi mutlak bir ölümden kurtarır.2.Mahmut'un dadısı Cevri Kalfa suikastçıların yüzlerine mangal küllerini savurarak onları biran şaşkınlığa uğratınca yardımcıları 2.Mahmut'u Topkapı Sarayı'nın çatısına kubbelerin arasına saklamışlardır. Vapura bindiğimde ne vakit sarayburnu ve ardındaki Topkapı Sarayı'nın kubbeli silüetini görsem aklıma hep ölümden kaçmak için kubbelerin arasına saklanmış genç şehzade gelir.Sonra yüzümü biraz sola eski Bizans surlarına doğru çeviririm,hayal ettiği şehri almak için günlerce bu surları top ateşine tutan kadim bir imparatorluğu ele geçirip yeni bir çağ başlatan geç padişahı düşünürürm..Neyse 2. Mahmut'un şansı yaver gider ve 3.Selim'i kurtarmaya gelen Alemdar Paşa ve adamları sayesinde kubbelerden inerek tahta çıkar.Minnettarlığının göstergesi olarakda kendini cellatların önüne atan Cevri kalfa için bu sıbyan mektebi ve çeşmesini yaptırır.Topkapı Sarayı nda yeni doğan şehzade ve sultanların altın bir beşiğe konularak harem halkına tanıtıldığı bu yüzdende altın yol adını almış olan alanda bulunan sütannelerine ait odada bu fedakarlığın hatırına Cevri Kalfa Dairesi olarak anılır... Kim demiş tarih sıkıcıdır diye ,heyecanlı bir filmin sahnelerini aratmayacak bu olay tarihin çoğunlukla şaşırarak okuduğumuz sayfaları arasında sararır,arada birileri onları okusun diye bekleyerek.
25 Ocak 2014 Cumartesi
Valide Atik
Dünyanın en ünlü mimarının eseri olan bir yapıda okudum ben.Okulum Sinan'ın Valide Atik Camii'nin külliyesinin bir parçasıydı.Sinan bu külliyeyi,1583 yılında 2.Selim'in hanımı ve 3.Murat'ın annesi Nurbanu Hanım Sultan için yapmıştır ve Koca Sinan hem maharetinin hem de yaşının büyüklüğüyle Koca Sinan dır artık bu külliyede.Doksan yaşındaki Sinan'ın bu eseri Osmanlı padişah ve aileleri için yaptığı son eserdir ve Osmanlı Mimarisinin klasik döneminin olgunluğu külliyenin her bir taşında kendini gösterir.Osmanlı Mimarisinin klasik dönemi yılların biriktirdiği kültür hazinelerini öyle bir ağırbaşlılıkla sergilerki o taş yapılar insanda ancak bilge kişilere duyacağınız hürmetlere benzer bir duygu uyandırır içinizde .artık o sizin için bir yapı değildir herbir süslemesiyle,yazısıyla,taşıyla,azametiyle kulağınıza sırlar ifşa eden zamanlar ötesi bir bilgedir.Külliyenin uzun vakfiyesinde ilginç bir ayrıntı vardır.Kendini bilmez kişilerin duvarları karalayıp kirletmesini engellemek ve yapılan karalamaları silmek için bir görevli tayin edilmesi şerhi.İşte bir zamanlar dış duvarların bile kirlenmesine kıyamayacak kadar özenilen külliye zamanla kaderine terkedilmiş ve kimbilir hangi akl-ı evvelin kararıyla bir dönem Toptaşı Cezaevi olarak kullanılmış,sonradan Allahtan bir akl-ı selimin gayretiyle eğitim kurumu haline getirilmiştir.İşte benim okuduğum mekan bu külliyenin kervansaray,imaret,tebhane ve darüşşifa olarak kullanılan kısımlarını içine alırdı.Eski,hor kullanılmış,ihmal edilmiş,hüzünlü bu yapı benim için eşsiz değerde anılar biriktirdiğim bir yuva oldu .Mezun olalı çok oldu ama hayatımdan onu hiçbir zaman mezun edemedim.Hala kalbimde,ruhumda tüm heybetiyle yaşar benim için. Ne zaman o günlere dönsem kimbilir kaç yüzyıldır kimler için açılmış o ağır kapılar cuma günlerine mahsus öğrencileri için açılırdı ve biz o kapılardan geçerek büyük kalabalıklar halinde Valide Atik yokuşundan Üsküdar'a doğru koşar adımlarla inerdik.Şimdi o günlere dönsem o yokuştan aşağı birbirlerine şakalar yaparak inen küçük kızları bulsam derimki yavaşlayın,nasıl olsa zaman çabucak akıp gidecek acele etmeyin,o anları uzun uzun tadın.Ama insanın yavaşlaması,derin düşüncelere dalması seyretmesi ,hissetmesi için yılların ağırlığı gerekiyor ve ben o kızlara bu sözleri söyleyebilsem beni anlamayacakları kadar taze hayatları büyük ihtimalle onları yine koşturacaktır.Yahya Kemal'in deyişiyle"Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür"diyebilmek için çok uzun yılların geçmesi gerekiyor sanırım
24 Ocak 2014 Cuma
Pertevniyal Hanım Sultan Çeşmesi
Kimin için yapıldığını bilmeden rastladım bu çeşmeye,ama içimden bir ses banisinin mutlaka bir hanım sultan olması gerektiğiydi.Çeşme,sanki zarif bir hanımın yatak odasında süslendikten sonra kendini seyrettiği kıymetli aynalara benziyordu.Sonradan öğrendimki çeşme gerçektende,2.Mahmut'un hanımı ve Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Hanım Sultan'ın İstanbul'a yadigarıydı.Kafkas doğumlu bu hanım sultan doğduğu toprakları geride bırakarak artık ait olduğu yeni toprakları kendi mücevher kutusunda bulunan o kıymetli taşları kıskandıracak güzellikte eserlerle süslemiştir.İşte bu pek süslü hanım çeşmesi daha önceki yeri olan Ayvansaray'dan sökülüp yeni yeri olan Eyüp'ün Haliç Köprüsü'nün demir ayaklarından birinin yanına monte edilmiştir,böylece 20.yy'ın demir ve çelikten oluşan bu soğuk ve kimliksiz yapısının yanında daha bir narin ama oraya ait olmadığından kimsesiz durur.Halbuki sahip olduğu madalyonlar,çelenkler,bitki motifleri,vazolar,iyon başlıklı sütunlar neşeli barok süslemelerdir ama çeşme bulunduğu yere ait olmamanın verdiği bir hüznü taşır üzerinde.Çeşmenin ait olduğu yerden koparılıp bambaşka bir yerde yaşamak zorunda bırakılışının hikayesi ilginç bir şekilde banisinin kaderine benzer.Hüzünlü bir hikayesi vardır Pertevniyal Sultan'ın,ömrünün sonbaharında pek çok Osmanlı annesinin yaşamış olduğu acılar kaderin ona gençliğinde hediye ettiği ikbali gölgelemiştir.Önce hal ardından katl edilen oğlu kollarının arasında son nefesini vermiştir,üstelik geliniyle beraber askerlerin tacizine uğramış,yaşmaksız,yalınayak zorla götürüldüğü karakolda paşalara seyrettirilmiştir.Otuz iki gün boyunca kapatıldığı Topkapı Sarayı'ndaki bir odada türlü hakaretlere maruz kalan Valide Sultan 2.Abdülhamid'in tahta çıkmasıyla bu zulümden kurtulabilmiştir.Osmanlı Hariminin kutsallığını ayaklar altına alan bir olayı ,ilk defa bu kadar ayrıntılı bir şekilde öğrenebiliyoruz,çünkü Valide Sultan'ın kendi ağzından yazılmış sergüzeştnamesi onun acıklı hikayesini günümüze ulaştırır.Duyamadığımız diğer acılar,haksızlıklar ise sarayın duvarlarına sinmiş,hak arayacakları mecliste edecekleri şahitliğe kadar sessiz bir bekleyişin içinde dururlar.
Eyüp ve Kalabalıklar
Eyüb'e her gittiğinizde bunaltıcı bir kalabalıkla karşılaşırsınız.En değerli olana ev sahipliği yapma şerefine erişmiş olan Eyub El Ensari hala misafir ağırlamaya devam eder.Misafir misafiri çekemez misali bu kalabalıklar sizi yoruyorsa eğer Eyüb'e hafta arası bir akşam vakti gidin.Bana güvenmiyorsanız İstanbul şairlerinin şiirlerine bakabilirsiniz,göreceksinizki İstanbul akşamlarının efsunlu bir tarafı vardır ve siz o havanın sihriyle gerçekle hayalin birbirine karıştığını kolayca hissedebilirsiniz.İşte o vakitlerden birinde kalabalıklardan arınmış kısmen size ait bulabilirsiniz.Bu zamanlarda en ilginci hünkar mahfilidir.Dönemin beğenisine uygun olarak yapılmış barok mahfilin küçük penceresinden görülen manzarayla bu barok süslemeler tam bir tezat oluşturur.Barok Avrupa mimarisinde doğmuştur,ihtişamı,dünyevi zenginliği vurgular.Gösterişlidir,gücüyle sizi kuşatmak ister ama Osmanlı onu alırken dingin ve ağırbaşlı kültürünün aguşunda onu sakinleştirir,yumuşatır .Ama yinede Eyüb'ün sessizliğinde barok daha bağırgan durur.O dar pencereden şimdi cismini hatırlayamadığım yaşlı bilge ağaçların altında kimbilir kime ait olan mezar taşları sıralanmış dururlar,üstündeki yazıları okuyamasanızda önemli değildir çünkü yıllanmış taşlar yazıya ihtiyaç duymadan size çok şey anlatabilirler,dünyevi hayatın geçiciliğini anlatan küçük bir anıt gibidirler adeta.İstanbul'un bu kendisini anlamak isteyenlere küçük,anlamlı hikayeler söylediği köşeleri ve onları dinlemeyi çok seviyorum.
Çocukluğumun semtleri
Fatih'in yüzyıllar önce fethettiği o çok sevdiği şehrine Türk İslam ruhunu mühürlemek için İstanbul'un en güzel tepelerinden birine yaptırdığı bu eser benim çocukluk yıllarımın en güzel günlerinede ev sahipliği yapar.O sadece ihtişamlı yılların derin ve silinmez izleriyle şekillenmiş bir yapı değildir benim gözümde,o aynı zamanda benim için avlusunda özgürce koşup durduğumuz,merdivenlerinden delice inip çıktığımız,kahkahalarla güvercinlerini beslediğimiz,çocukluk zihnimizde en heyecanlı maceralara ortaklık eden dev cüsseli oyun arkadaşımızdır;ya da sevgili ananemin elini tutup kocaman avlusundan yürürken birdenbire daracık bir kapıdan geçerek arkamda bıraktığım heybetli yapının dinginliğine inat,ahiret hayatının o uhrevi sessizliğinden uzakta,günlük telaşın,baharat kokularının insanın başını döndürdüğü bambaşka canlı bir aleme beni arkamdan adeta itiveren masalsı bir zaman dehlizidir. Bugün gezdiğimiz Fatih Camii'nde pek az kısım fethin ilk dönemlerine aittir,zira 1766 yılındaki şiddetli deprem yapının büyük ölçüde yıkılmasına sebep olmuş ve yıkılan yapı 1771 yılında 3. Mustafa döneminde yeniden yaptırılmıştır.O yüzden cami fethin ilk yıllarında hala devam eden Bursa Cami mimarisinin izlerini taşımak yerine tekrar yapıldığı dönem olan 18. yy mimarisinin özelliklerini taşır.Fatih'in yıkılan camisi değil ama,mimarıyla girdiği ihtilaf efsanevi bir şekilde (Evliye Çelebi sağolsun) yüzyılları aşarak günümüze gelmiştir,hani kubbesinin istediği yükseklikte olmadığını gören padişahın ,mimarın kendine sormadan kubbeyi destekleyen direkleri keserek buna sebep olduğunu anladığında hiddetlenerek mimarın ellerinin kestirildiğinin anlatıldığı efsane.Efsaneyi bir kenara bırakırsak mimarın 1471 de idam edildiğini onun mezar taşından anlarız,ama nedeni bilinmez.Zaten gerçekler bilinmediği zaman onların oluşturduğu boşluğu efsaneler doldurur.Büyük ihtimalle yapım aşamasındaki birtakım yolsuzluklar bu hazin sonu beraberinde getirmiştir.Ayasofya Osmanlı padişahlarının ve mimarlarının gözbebeğidir ama aynı zamanda onların kudretlerini sorgulayan bir rakiptirde,onun boşlukta yüzdüğünüzü hissettiren devasa kubbesi bir mihenk taşıdır ve gücün getirdiği gururla yoğrulmuş padişahlar için aşılması gerekli bir meydan okuma,mimarlar içinse aşmak zorunda oldukları ateşli bir imtihandır.Osmanlı Mimarisi bubu başarabilmek için biraz daha beklemek zorundaydı.taki Sinan gelene kadar.Ama kudretli hükümdarlar için böyle hırsli efsaneler anlatmayı eski tarih pek sever .Nitekim Ayasofya yı yaptıran İustinianos bile hayali bir rakibi yenmek istemiştir,Kudüste'ki Süleyman tapınağını.Hatta kilisenin açıldığı gün,heyecanını yenemeyerek,ambon kürsüsüne ilerlediğini(din adamlarının vaaz verdiği kürsü) ve "Ey Süleyman seni yendim"dediğini yine efsaneler bize fısıldar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)