4 Nisan 2014 Cuma

Sultanahmet Cami 2

Sevdelinka adı verilen o güzel eski Boşnak şarkılarının birinde İstanbul için "Beyaz Şehir" denir.Çarpık kentleşmenin birbirinin üzerine yığılmış gibi duran beton binaları olmadan önce bu tacizden azat olan İstanbul'un  narin camileri öyle etkileyici görünürlermiş ki İstanbul'a gelen yabancı seyyahların çoğu 1001 gece masallarının orta yerine düşüverdiklerine inanırlarmış.İstanbul'un koynuna birbiri ardına bir gerdan gibi dizilen bu taş yapılar uzaktan bakıldığında semadan yeryüzüne yaklaşmış beyaz bir bulut gibi durduklarından İstanbul o vakitler "beyaz şehir"diye anılır olmuş.Sonra rüzgar esmiş,yılları sürüklemiş o yıllar da beraberinde gri rengi getirmiş.Bu renk onların bilgeliklerine yakışır bir renk olmuş.O yüzden severim İstanbul camilerinin kurşuni renklerini.

    Geçmişin nerede başlayıp şimdinin ne zaman bittiğini farkedemiyeceğiniz zamansız bir ebediliği simgeleyen bu yapılar her biri kendine has hikayeleri ve karakteristik özellikleriyle ne yapsak bozmayı beceremediğimiz İstanbul'un o güzel peysajının içinde çoktan onda eriyip bütünleşmiş gibi dururlar.Sayıları çok az kalan İstanbulludurlar onlar.
    Sultanahmet,büyük bir şehirde yaşamanın etkisiyle mekanlarıyla gündelik hayatımızın çok içinde değildir ama İstanbul'un hangi köşesine giderseniz gidin bir şekilde bir başka yadigar olan Ayasofya ile birlikte kapıldığımız hengamenin içinde bir an durup onları seyretmenizi ister gibi o masalsı silüetleriyle karşınıza çıkıverirler.17.yy mimarisinin en önemli eseri Sultanahmet Camii'nin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa taş,çini,mermer ve ahşapla eserini yükseltirken yakın dostu Cafer Çelebi, Risale-i Mimari'de Mehmet Ağa'nın taşa damlattığı alınterini kağıda döker.Kimbilir hangi mazbut Rumeli toprağından geldiğinde isminin önünde daha Sedefkar ya da Mimar tanımlamaları olmayan bu genç devşirme acemioğlana ikbali daima hatırlanacağı bir eseri vücuda getirmesini nasib eder. Acemi oğlan olduktan beş yıl sonra Kanuni Sultan Süleyman Türbesi'ne bahçe bekçisi olan Mehmet Ağa bir yıl sonra Hasbahçe'ye girmiştir.Onun bahçelerle başlayan bu kariyeri belki de Sultanahmet Cami'nin içini bir baştan bir başa yaprağı,dalı,çiçeği çini olan bir çiçek bahçesine dönüştürmüştür.Osmanlı'nın,renkli cam sanatının en nadide örneklerinden olan 206 adet camdan süzülen ışık huzmeleri bu renklerin içinden geçerken tüm maddiliklerini dışarıda bırakarak güneşten değilde sanki başka bir ebedi kaynaktan kopup gelmiş gibi camiyi huşu veren bir aydınlığa bürürler.
    Mimarlara göre çininin cami içerisinde bu kadar yoğun kullanılmasının nedeni plan şemasının uygulamasında meydana gelmiş bir takım aksilikleri gizleme çabasıdır.Hocası Sinan'ın ,Şehzadebaşı Cami'inde uyguladığı merkezde bir ana kubbe ve bu kubbeyi destekleyen dört yarım kubbenin oluşturduğu plan şemasından yola çıkan Sedefkar Mehmet Ağa Şehzade'den daha büyük bir iç mekan alanı hedefleyince bu plan şemasının uygulayışında bir takım zorluklar meydana gelir.İç mekanın büyümesi onu örten kubbeninde büyümesi anlamına gelir ki haliyle kubbeyi taşıyan fil ayakları ve payelere daha çok ağırlık yüklenir.Bu ağırlığı taşımaktan sorumlu fil ayakları ve payeler böylece daha da kalınlaşarak bu görevi yerine getirmeye çalışırlar ancak onların kalınlaşması iç mekan ferahlağını bozar,iç mekanda hantal bir görünümün oluşmasına neden olur ki klasik mimarinin hedefi kubbeyi taşıyan bu mimari öğeleri mümkün olduğunca saklayıp sütunlarla bölünmemiş ferah bir iç mekan elde etmektir.Böylece içeriye girdiğiniz anda kubbe büyüklüğüyle sizi kuşatır.Kubbeyi taşıyan elemanlar önemsizleşir ve sanki kubbe ağır olmayan süslemeden,yazıdan oluşmuş bir fanusa dönüşür.İşte bu yapıda kullanılan çiniler bu hantallığı örtmek için araya girerler ve zerafetleriyle algıda bir yanılgı yaparak dikkatleri bu devasa fil ayaklarından kendilerine çekmeye çalışırlar.Ama yinede ibadet için camiye giden herhangi bir kişinin farkına bile varmayacağı bu aksaklıklar çininin ve ışığın mekanı dolduran sihri içinde önemsizleşerek kaybolup giderler.
    Camiin çinileri kadar dikkat çeken diğer bir özelliği de nefis ahşap işçiliğidir,herhalde mimarı Sedefkar olunca ahşab süslemelere bu kadar özenilmiştir.21 yıl boyunca Sinan'ın talebeliğini yapan Mehmet Ağa Sultan 3.Murad'a sedeften bir rahle hediye etmiştir Sultan rahlenin ince işçiliğini o kadar beğenmiştir ki
            Allah Allah nedir bu hub eşkal
            Mey gibi aklım aldılar filhal
diyerek bu sanatın mahirliğne o da başka bir sanatın inceliğiyle cevap vermiştir.Bu olaydan sonra ikbal kapısı kendisi için biraz daha aralanan Mehmet Ağa padişah tarafından , imparatorluğun sınırları içerisindeki eserlerin hali hakkında bir rapor hazırlamakla görevlendirilir.O da bu aralanmış ikbal kapısından isminin önüne eklenen sedefkar sıfatıyla geçerek Kahire,Kudüs,Mekke,Medine,Diyarbakır,Şam,Kırım,Kefe,Slistre,Belgrat,Tuna gibi imparatorluğun bir uçtan bir uca yayılmış koca topraklarında binlerce yıllık kadim kültürlerin içinde bir yolculuğa çıkar.Bir yandan birbirinden kıymetli eserleri yakından müşahede ederek raporunu hazırlarken diğer yandan bu müthiş fırsat sanatkar ruhunu besleyecek ve eğitecek bir deneyime dönüşür.1603'te mimarbaşılığa getirilen Sedefkar Mehmet Ağa 1609'da bu büyük eseri bina etmesi için 1. Ahmet tarafından görevlendirilir ve 1609'da başlayan bu uzun ve yorucu serüven 1616'da tamamlanır.
    Risaleyi okurken bir camiin yapım aşamasını da adım adım takip edebiliyoruz.Plana göre 4 duvar,mihrap,sütun,mahfil ve minarelerin yerleri tesbit edildikten sonra başta padişah olmak üzere tüm devlet erkanı ve toplumun ileri gelenlerinin katıldığı bir merasim başlar önce Şeyhülislam Mevlana Mehmet Ağa ardından Şeyh Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri sonra sırayla sadrazam, vezirler,kazaskerler ve ulema sınıfı ellerinde kazma,dillerinde dua ile temel için yol açarlar.Sonunda 1. Ahmet gelir bu gün hala Topkapı Sarayı müzesinde muhafaza edilen sapı kadife kaplı bir kazma ile toprağı çıkarır,eteğine doldurur ve duasını eder taki yorulana,eserine ilk terini dökene kadar da durmaz.Ardından sırasıyla  bir gün sipahiler, birgün  yeniçeriler temeli kazıp toprağı çıkarırlar.Aylar süren temel hazırlama işleminden sonra ,ilk yolu hazırlayan bu önemli kişileri başka bir görev daha bekler.Her ulu kişi için taş ustaları tarafından daha önceden hazırlanmış taşlar temele yerleştirilir.Vezirlerin görevi mihrabın yerine ilk taşı koymaktır,acaba hiçbir zaman verdikleri kararda kıblelerini şaşırmamalarına sembolik bir gönderme midir bu görev?Padişahın vazifesi ise gümüş halkalar,ibrişim iplerle tutturulmuş birkaç uğurlu taşı  mihrap temelinin en şerefli yerine indirilmesidir.Kubbenin oturtulması bir yapıda atlatılan en önemli merhaledir.Risaleden anlıyoruz ki bu zorluğun halli cami avlusuna kurulan otağlarda verilen ziyafetle kutlanmış.Risale bu önemli yapıyı kutsayacak kelimelerle bir baştan bir başa dolu olsa da benim en ilginç bulduğum kısmı ,güçlü bir imparatorluğun baş mimarı olan Sedefkar Mehmet Ağa'yı tüm ünvanlarından sıyırarak aldığı vazifeyi yerine getirmeye çalışan sade bir insanın ruh halini   gösteren satırlarıdır.
    Ağa hazretleri şimdi ne yapmaktadır merakıyla yanına varan Cafer Çelebi, Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'yı camiin şadırvanı önünde seccadeyi köşeye koymuş ama üzerinde oturmayıp yanında kuruca bir yerde oturmuş, sağ elinde tesbih,sol elinde arşın,sağ eli ile durmadan tespihini çevirip her taneyi çevirdikçe kelime-i şehadet getirmekte ve Allahu Ekber diye vird eder halde bulmuş.Arada sırada etrafına bakıp işini savsaklayan ustalara işleyin diye sol elinde olan zira ile işaret eder.Bu arada neferlerin ustalara "bre işleyiniz!"tembihleri her yerden duyulur.Sonunda yevmiyelerini alan ustalar faidelerini öpüp başlarının üzerine değdirip ayrılırlar ve Ağa Mimar ile risalenin yazarı başbaşa kalırlar.İşte o zaman dert yanar Ağa"Be hey Cafer Efendi içimiz neden huzursuz olup daralmasın?Görürsünüz ki bunun gibi bir ağır,bir şerefli yapının yükü üzerimde,bu şerefli yapıdan başka da nice yerlerde dağınık yapılar vardır, her birinin üzerine varıp mukayyed olmak lazımdır."Uçsuz,bucaksız imparatorluk topraklarında ancak at sırtında veyahut gemiyle yapılabilecek haftalarca,aylarca süren yolculukların sonunda varılabilen diyarlarda mukayyet olunmayı bekleyen yüzlerce eser...Bu hüzünlü yakınma bir yükün ağırlığının şikayetinden çok o eserlere duyulan derin sevginin telaşına,merakına,endişesine benzer.
    Vakti zamanında cami ve külliyesine gelir getirmesi amacıyla düşünülen arasta günümüze gelmeyi başarmış külliye yapılarındandır.Yapıldığı dönemde Sipahilerin ihtiyaçlarına yönelik malların satıldığı bu dükkanlarda artık hediyelik eşyalar satılmayı beklerler.
    Camiin içinde yer alan bir iki ayrıntıdan söz etmeden geçemeyeceğim.Bir gün camiye giderseniz mihrabın üstünde Hacer-ül Esved'den alınan bir parça hatırayı da rahatlıkla görebilirsiniz.Sanırım o vakitler ancak 5-6 ay süren meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuktan sonra gidilebilen uzak kutsal topraklardan gelen bu değerli parça oralara gidemeyen hasretliler için küçük bir teselli olmuştur.Diğer bir ayrıntıda ne kadar doğru bilmiyorum ama eski ilimlerin böyle gizemli yanları vardır.İşte eski ilim camiin değişik köşelerine yerleştirilecek devekuşu yumurtalarının camide örümcek ağının oluşmasını engellediğini söyler.Böylece vakti zamanında en sevgiliye koruyuculuk yapan bu hayvanı öldürmekten çekinen edeb ona zarar vermeden kendini korumanın yolunu bulur.
    Uzun ve eski pek çok hikayesine rağmen bu cami ile ilgili yapılabilecek en güzel şey sanırım, o büyük pencerelerinin birinin iç kısmında oturmak,bir süre okuduğunuz rahlenin üzerindeki kitabın kapağını kapattıktan sonra bu camiyi yaptıranlara,taşa, ahşaba emeğini dökenlere,bir vakit avlusuna sığınmış muhacirlere,gencecik yaşında acı bir olayla hayatına son verilen Genç Osman'a bir fatiha okumak sonrada o başka maveralardan gelmişçesine duran ışık huzmesinin içinden geçerek sözle anlatılmayacak duyguların hüküm sürdüğü yerlerde kaybolmak ve tüm anlatılanları unutmak....

24 Mart 2014 Pazartesi

Sultan Ahmet Camii 1

Sultanahmet, hüzünlü bir camiidir.Mimar Sedefkar Mehmet Ağa camiin içini çiniden bir çiçek bahçesine dönüştürmüştür, ama insanoğlunun hırsları,kinleri,acımasızlıkları camiyi pek çok elim olaya tanıklık etmek zorunda bırakır.
    Bu dünyanın sultanı 1. Ahmed başka maveraların gönül sultanlarından Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerinin bindiği atın yularından tutmuş,yüzyılların manevi bir harla pişirdiği edeple adımlarını yeni yaptıracağı camiiye doğru atarken bu nadide eserin gelecek yıllar içindeki acılara yapacağı tanıklığının bu kadar yaklaştığını düşünebilir miydi?
    Sultanahmet camii bulunduğu konum itibariyle pekçok sosyal olayın,isyanın ortasında kalmıştır.Bu gün bu camiin şerefine "Sultanahmet Meydanı"diye anılan bu alan o günlerde Osmanlılar için "At Meydanı" idi.Padişahın yaşadığı saray buradaydı,sadrazam,vezir,kazasker,şeyhülislam gibi pek çok devlet adamının,ya da hanımsultan gibi  saray mensuplarının konakları bu alanda bulunuyordu.Osmanlının siyasal,sosyal ve ekonomik hayatının şekillendiği önemli kararların alındığı divanın da buraya yakın olan sarayda toplanması burayı isyan ateşinin yakılacağı ilk yer haline getiriyordu.
    14 yaşında Osmanlı imparatorluğu'nun 14. padişahı olarak tahta geçen 1. Ahmet 14 yıl sonra öldüğünde sadece 28 yaşındaydı.Anlatılanlara göre yumuşak mizaçlı,dindar,merhametli ve alçakgönüllü padişah dedeleri gibi hırslı bir cengaver olmaktan uzak olsa da koca bir imparatorluğun ağır sorunları ivedelikle çözülmek üzere genç padişahı bekliyordu.İmparatorluğun batısı 14 yıldır bir türlü neticelenemeyen Avusturya Osmanlı savaşıyla yorulurken,doğu toprakları Celali İsyanları ile sarsılıyordu.Sonunda önce Avusturya ile barışı sağlayan padişah,yüzünü doğuya çevirerek Celali İsyanlarını bastırmakta muvaffak olur.Ama artık ateş yanmaya başlamıştır bir kez .Her bastırılan isyanın ardından bir diğerinin yaklaşan ayak seslerinin duyulduğu 17.yy'a girilmiştir.
    Sultan 1.Ahmed bu zor işlerin hallini bir şükürle kutlamak ister.İşte Sultanahmet camii onun Yaradanına şükrüdür.Sultanahmet,"Selatin Camileri"mizdendir.Sultanların çoğul hali olan "Selatin" anlaşılacağı üzere hanedan ailesinin yaptırdığı camilere verilen addır.1.Ahmed hayratını yaptırmaya karar verdiğinde iki asırdır Osmanlı hakimiyetindeki müslüman İstanbul son dinin şerefine birbiri ardına göğe kaldırılmış hayratlarla doluydu.İstanbul'un meşhur yedi tepesi çoktan kıymetli  eserlerle taçlanmıştı.Sadece Fatih,Bayazıd,Süleymaniye,Şehzadebaşı,Yavuz Sultan Selim gibi büyük selatin camileri değil,sadrazam,vezir,kaptan-ı  derya gibi pekçok devlet adamı ve hanımsultanların ,sahip oldukları dinin yüceliğini gösterecek,halka hizmet verecek büyük küçük pek çok yapı taştan bir tohum gibi İstanbul'un bereketli toprağına atılmışlardı.
    Osmanlı medeniyetinde,camiler asla tek bir yapı olarak ele alınmazlardı.Cami pek çok işlevi olan yapı topluluklarının merkez noktasını oluştururdu.Günümüzün terminolojisini kullanırsak cami ve külliyesi eğitim,sağlık,ticaret,sosyal yardımlaşma gibi toplumun ihtiyaçlarına yönelik büyük yapı kompleksleriydi.Hiç bir ücret almadan hizmet veren bu hayır kurumları toplumsal hayatın belkemiğini oluşturmaktaydılar.Devrin en önemli alimleri tarafından eğitim veren medreseler ki sadece dini eğitim değil,müsbet ilimlerin de okutulduğu bu eğitim kurumlarına tüm islam topraklarından alim ve öğrenci akardı.Yine sosyal sınıf gözetmeden sağlık hizmeti veren şifahaneler,bimarhaneler,ilaç depoları,hastalarına refakat eden yakınlarının ya da tedavi olup nekahate ihtiyaç duyan hastaların kalacağı misafirhaneler.Her öğün ihtiyaç sahiplerine sıcak yemek dağıtan aşhaneler,fırınlar,iş aramaya gelmiş fakir kimselerin ya da ticaret için uzak illerden gelen tüccarların kalacağı tabhaneler,temizliğe son derece ehemmiyet veren bir kültürün artık bir ritüele dönüşmüş alışkanlığı hamamlar,son derece taassub bir sosyal hayata sahip halkın gezebileceği,dinlenebileceği binbir çeşit ağacın,çiçeğin yeşerdiği büyük bahçeler,soğuk günlerde sıcak,sıcak günlerde soğuk içeceklerin dağıtıldığı sebiller ve en nihayetinde bu kadar hayrın,ibadetin artık kutsallaştırdığına inanıldığı toprağında ebedi istirahat alanı arayanlar için türbe ve mezarlarıyla sosyal hayatın merkezi durumunda olan bu cami ve külliye binaları için haliyle geniş bir alan ve büyük maddi olanaklar gerekmekteydi.Cami ve külliyenin büyüklüğü yaptıran kişinin maddi olanaklarına göre değişirdi,zira eseri yaptıran bani, sadece arsayı alıp üzerine hayratını oturtmakla yetinmezdi,üstelik külliyenin sahip olduğu binalarda verilen çok sayıdaki  ücretsiz hizmetler için bitmeyen bir para akışına da ihtiyaç vardı.Bu sebeple eserin banisi hayratlarına mukayyet olması için gelir getiren bir akarını ki bu bir han,hamam,dükkanlar yahut büyük bir çiftlik olabilirdi,yaptırdığı hayrata vakfederdi.Çoğunlukla bu yapılara yakın inşa edilen "Arasta" denilen çarşıda bulunan dükkanlardan alınan kiralar yine külliyeye ait hamamdan gelen gelirler külliyenin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla düşünülmüş fonksiyonel yapılardı.Uzun,hukuki kaidelere bağlı olan bu vakıf hükümleri yapının bir köşesine gelen geçen herkes haberdar olsun diye taşa işlenirdi,Hayratın, kim tarafından,ne zaman,nasıl yaptırıldığından bahseden bu taşa işlenmiş kısa vakfiyelerin haricinde, devlet arşivinde saklanan uzun,ayrıntılı vakfiyelerde ilginçtir ,hukuk diliyle başlayan gerçekçi detayları,sonlara doğru vakfiyelere zarar verecek,haram karıştıracak,yapıldıkları amaçtan  başka bir hale dönüştürecek olanlara ağır bedualar sıralayan cümleler takip ederdi.
    İstanbul'un bu bereketli hayratlarının bolluğu,sur içinde gittikçe kalabalıklaşan nüfus yoğunluğu,en nihayetinde artık ganimetler getirecek zaferlerin olmaması 17. yy'dan sonra böyle büyük çapta külliyelerin yapımına olanak vermiyordu.Bunun için Sultanahmet Camii ve Külliyesi artık sonuna gelinen kudretli günlere konulan bir nokta idi.Başlanılan yeni günlerin hikayeleri,isyanların,huzursuzluğun,bozulmaların anlatıldığı cümleler ile dolu olacaktı.O zamana kadar yapılan cami ve külliyeler büyük zaferlerden sonra ganimetle dönen padişahın halkına zekatıyken ilk defa Sultanahmet Camii ve külliyesi hazinede var olan hazır paradan harcanarak yapılmıştır.
    Cami,biten bir devrin sembolü olurken yeni başlayacak uzun serüvenin ilk cümleleri,camiin haziresindeki türbede yatan Genç Osman'ın acıklı hayat hikayesiyle başlar.1.Ahmed ,bir yandan camisini yaptırırken diğer yandan Osmanlı devlet geleneğinde önemli bir kırılma meydana getirecek olan kararını alır.Türklerde Orta Asya'dan beri karşılaştığımız ama Fatih Kanunnamesi ile sözden yazıya  dökülen"devletin bekası "için kardeş katli mevzusunun vicdanları rahat bırakmayan hikayeleri,sarayda ve toplumda meydana getirdiği huzursuzluklar,Sultan 1. Ahmed'i  köklü bir değişikliğe yöneltmiştir.Artık taht, hanedanın yaşayan en büyük üyesinin hakkı olacak,herhangi bir isyana karşı şehzadeler ,tüm sosyal bağlarından kopartılıp Topkapı Sarayı'nda otoritenin gözünün önünden ayrılmayacağı bir yerde yaşamını idame ettirecekti,taht sırasını bekleyen şehzade o an gelene dek çocuk sahibi olmayacaktı.Bu karar hanedan mensuplarını köklü bir değişime sürüklemiştir.Türklerin İslamiyetten önce devlet yönetimini kardeşler arasında pay etme geleneği alışılagelmiş bir durumdu.Devlet doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılır,kutsal kabul edilen doğunun yönetimi hakana verilirdi.Ancak bu pay etme zaman içerisinde pek çok kardeş mücadelesini beraberinde getirse de Türkler bu gelenekten vazgeçmemişlerdir.Osmanlı'nın kuruluş döneminden itibaren bu gelenek tüm sakıncalarına rağmen devam etmiştir.Çünkü Türklerin fetih politikaları,yayılmacı anlayışı ,hakim devlet olma ülküsü güçlü yöneticiler gerektirmekteydi bu yüzden şehzadeler sancağa çıkarılır ve burada onun adına kurulan düzende,şehzade ,ordu ,devlet,siyaset ve ekonomi yönetimi hakkında tecrübe sahibi olurdu.Ancak 1.Ahmet ile beraber getirilen her türlü sosyal ilişkiden kopuk bu kafes sistemi,yönetim hakkında hiçbirşey bilmeyen,bazen sinirleri harap padişahların yönetime gelmesine sebep olduğu gibi şehzadelere getirilen çocuk sahibi olma yasağı hanedanın devamını tehlikeye sokmuş,bazen de çocuk denilecek yaşta padişahların tahta çıkmasına sebebiyet vermiştir.Osmanlı devletinin daha ilk kuruluş aşamasında Osman Bey ve Dündar Bey'in liderlik konusunda karşı karşıya gelmeleri gücünü arttırmak isteyen Dündar Bey'in Osman Gazi'ye karşı Bizans ile işbirliğine gitmesi Dündar Bey'in ölümüyle sonuçlanır.Bir kaç yıl sonra Yıldırım Beyazıd'ın Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilmesiyle başlayan süreç oğulları arasında 13 yıl sürecek olan iktidar savaşlarına sebebiyet verir.Fetret Devri denilen bu dönemde fetihler durduğu gibi alınan yerler kaybedilmiş,oluşan kaos ortamında ekonomik,siyasal,sosyal hayat bozulmuş ve ancak binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanacak savaşlardan sonra bu devir kapatılıp yeniden kurulan devlet otoritesiyle istikrar oluşturulabilmişti.2.Bayazıd'ın iktidarını kabul etmeyen Cem Sultan'ın ağbeyine karşı güç toplamak için Rumeli'ye kaçarken önce Rodos Şovalyelerinin,ardından papanın ve en nihayetinde Fransa'nın eline düşmesi Osmanlı'ya karşı Akdeniz'de üstünlük kurmaya çalışan Avrupa'nın Cem Sultan'ı Osmanlı aleyhine kullanma çabalarının acısı uzun yıllar Osmanlı Devleti'nin elini Avrupa'ya karşı zayıflamasına neden olmuştur.Tüm bu acılardan meşrutiyet hakkı kazanmaya çalışan "kardeş katli"mevzusu yine de vicdanları rahat bırakmamış olacak ki 1.Ahmed'le son bulmuş ve bir daha da eski kaideye geri dönülmek istenmemiştir.Eliyle tuttuğu ibrikle Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerine abdest aldıracak kadar yakın bir ilişkiye sahip mülayim padişahın böyle bir kararı alırken çok sevdiği,saydığı hocasına danışmaması pek de ihtimal dahilinde gözükmemektedir.Sonuç olarak bu karar Osmanlı'yı temelinden değiştirir,ilk etkiside bu değişikliğe karar veren 1. Ahmet'in oğlu Genç Osman'ın yeniçeriler tarafında hunharca katledilmesiyle kendini gösterir.Çünkü artık padişahın yerine gelecek bir Osmanlı olduğu için "padişahı istemezük"nidaları ile başlayan isyanlar hanedan açısından kanlı neticeler verdiği için padişahlar yavaş yavaş başlarının üstünde sallanan bu kılıcın ağırlığıyla hüküm sürerler.Sanırım bu köklü değişim sadece cellatların değişmesine neden olmuştur.
    Tarihçiler, 1620 kışının İstanbul'un fetihten sonraki en uzun ve zorlu kışı diye anlatır.16 gün boyunca hiç durmadan yağan kar ve soğuk, Üsküdar-Sarayburnu arasının donmasına da neden olmuştur.Osmanlı'da 17. yy dan itibaren parlak yaz günlerini tamamlayıp kışın hüküm süreceği yıllara yaklaşmıştır.1622 de Genç Osman'ın öldürülmesiyle başlayan ve birbiri ardınca devam eden isyanlar,yeniçerilerin fütursuz "kul kırma"huzursuzlukları, artık yurt olmuş toprakların kaybedilmeye başlanması, hep uzun geçecek kışın habercisidirler.Camiin temelini sırayla kazacak olan yeniçeriler ve sipahiler bile çok beklemeye gerek görmeden bir zamanlar temelini kazdıkları camiin avlusunda birbirlerinin kanlarını dökerler.Sultanahmet Vakası,Vaka-i Vakvak,Vaka-i Hayriye gibi kanlı isyanların yanısıra tarihe 93 harbi diye geçen 1871 Osmanlı Rus Savaşı'nda işgal altındaki Rumeli'deki kanlı zulümden kaçan 200 bin Balkan göçmeni, ata bildiği İstanbul'a aç, yorgun,hasta bir şekilde sekilde sığınmış,kalabalık göçmen nüfusu Sultanahmet,Fatih,Bayazıd camii avlıularını soğuktan korunmak için kendilerine barınak yapmışlardır.Çatalca önlerine kadar gelen Rus ordusunun meydana getirdiği korku yüzünden diken üstünde duran İstanbul halkı yine de sahip oldukları herşeyi geride bırakıp kaçmak zorunda kalan göçmenler için büyük yardım kampanyaları düzenlemekten geri kalmamışlardır.Tüm bu kanlı mücadeleleri,acıları,gözyaşlarını Sultanahmet camii hep ağır bir sesizlik içinde seyretmek zorunda kalmıştır.Bu yüzden hüzünlü bir camidir Sultanahmet....

10 Mart 2014 Pazartesi

Çemberlitaş

Üç kıtada hüküm sürmüş,önüne çıkan her medeniyeti ihtiraslı bir açgözlülükle boyunduruğu altına almış Roma İmparatorluğu, hakim olduğu o engin topraklardan biri olan Kudüs'te doğan hristiyanlığın ufak adımlarla uzun yollar katederek,imparatorluğun topraklarına en sonunda da kalbi olan Roma'ya kadar yürümesini aldığı tüm şiddetli tedbirlere rağmen önleyememiştir.Güçlü ordularla savaşmaya alışık Roma'nın karşısında bu sefer ne bir kılıç ne bir mızrak ne de bir ordu durur.Roma elit tabakasının yıllardır hiçbir hak tanımadığı,yok saydığı köleler,fakir halk ,köylü gibi ezilmiş sınıflar arasında rağbet bulan hristiyanlık,bu sessiz yığınları,zaman içerisinde Roma'nın baş edemediği bir güce dönüştürür.Sonunda gururlu pagan Roma, bu güce boyun eğer ve hristiyanlığa Milan Fermanı ile resmiyet kazandırır.İmparator Constantinus,Romus'un pagan şehrinde binlerce yıldır kökleşen kalabalık tanrılar ve gelenekler arasında yeni dini için bir yer aralamanın zor olacağı endişesiyle kendine yeni bir başkent aramaya başlar.Constantinus'un  bu arayış sonunda İstanbul'da karar kılmasını o dönemin birazda masallara benzeyen tarih anlatıcılığı "Tanrısal bir ilham" diye tanımlasa da
 İstanbul'un batı ve doğu dünyasını birbirine kavuşturan önemli ticaret yollarının kesiştiği noktada olması,yumuşak iklimi,verimli toprakları,ekonominin tarım ve ticarete dayandığı ilkçağ ekonomisinde gözardı edilemiyecek artılardı..Bir yandan İran,Mısır,Çin gibi kadim kültürlerin  halı,, ipek ,porselen,baharat gibi sanki eski masallardan çıkıp develere yüklenmiş ardından kervanlarla uğurlanmış, zenginlik,statü gösteren kıymetli malları  diğer yandan bu sefer yaşlı doğunun istediği malları taşıyan zengin Akdeniz sitelerinden gelen ticaret gemilerinin ortak bir noktada kavuşmalarına ,birbirleriyle ticaret yapmalarına olanak sağlayan tek yer İstanbul ve onun doğal limanı Haliçti.Bu önemli ekonomik mevkinin getireceği taze para yaşlı Roma'nın ihtiyaç duyduğu taze kandı.Sonunda Constantinus doğru bir kararla İstanbul'u başkent yapar,bu işe de önce şehre kendi adını vermekle başlar.Artık İstanbul bu tarihten sonra Konstantinopol diye anılır,öyleki Osmanlı döneminde dahi bu ad müslüman türkler arasında hatta bazı yazışmalarda edebiyatta da yaşamaya devam eder,bir farkla artık o türklerin biricik Konstantiniyye'sidir.
    Üç yüz yıldır mücadele eden Roma ve Hristiyanlık farkında olmadan çoktan birbirlerinden etkilenmeye başlamışlardır.Hz İsa'nın yaşadığı dönemde hristiyan inancının öğretilerinin yazıya dökülmemesi,Hz.İsa'nın ölümünden sonra havarilerinin dağılması,pagan geleneklerinin kuvveti karşısında hristiyanlığı korumasız bırakır.Bir yandan mücadele ettiği rakibine galib gelmeye başlarken,diğer yandan farkında olmadan ondan izler taşımaya başlar.
    Eski geleneklerden kopup yeni inancını ve başkentini kutsamak ve bunu bir anıtla ölümsüzleştirmek isteyen Konstantin eski inanışına hiçde yabancı gelmeyecek bir şekilde kendini betimletir..11 Mayıs 310 yılında dikilen bu anıtın sütunu Roma'da buluna Apollon Tapınağından Konstantinopolis'e getirilir.Bir zamanlar üzerinde,elinde kendi simgesi olan yedi kollu şamdanla güneşi selamlayan Apollon indirilir ve yerine artık taze Hrististiyan Constantinus  çıkarılır .Bu sefer üzerine doğan güneşi, Hz.İsa'yı çarmıha gerilirken kullanıldığına inanılan çivileri sembolize eden yedi adet çivisinin bulunduğu altın bir taçla selamlama sırası ondadır.Heykelin başındaki altın taç güneş ışıklarıyla beraber daha da parladığı için halk arasında"Constantinus güneşi parlıyor" diye ün salan sütun hep yerinde kalmaya devam etse de imparatorlar değiştikçe üzerinde güneşi selamlayan heykelde zamanla değişir.En son üzerinde 1.Theodosios'un heykeli varken üzerine yıldırım düşmesi sonucu zarar gören sütuna
 artık heykel konulmasından vazgeçilir ve altın yaldızlı bir haçla yetinilir.Silindir formundaki sütun 9 adet kırmızı porfir taşın mermer bir kaide üzerinde üstüste konulmasıyla yapılmıştır,taşların birleştiği noktada ise yine eski Roma'nın pek sevdiği imparatorluk sembollerinden olan defne dalları şeklinde mermer çelenkler yerleştirilmiştir.Daha sonraları kilise tarafından azize ilan edilen imparator Constantinus'un dindar annesi Helena'nın Kudüs'e yaptığı geziden getirdiği söylenen Hz İsa'nın çarmıha gerildiğine inanılan çarmıhın ahşap parçalarının bir kısmı ve Hz Nuh'un gemisini inşa ederken kullandığına inanılan  çekiç ve başka dini eşyalarla beraber bu sütunun altına gömüldüğüne inanılırdı.Bu sebeple sütun,hristiyanlık inancında kutsal bir yere sahip olduğu kadar bazı maceraperest hazine avcılarının da merakını çeker.Tarihçilere göre böyle değerli eşyaların orada bulunmasına imkan yoktur ama eğer varsa bile en meşhur hazine avcıları olan  haçlılar tarafından çoktan Avrupa'ya kaçırılmış olmalıdır.Nitekim Hz. İsa'ya ait olduğuna inanılan kefen parçası 4. Haçlı seferi sırasında alınıp Roma'ya götürülmüştür.
    Osmanlı döneminde 1779'daki büyük yangında yanarak siyah bir renk alan sütuna Avrupalılar "yanık sütun" ismini daha çok yakıştırırlar.Bu yangından sonra yıkılmaması için güçlendirilen yaşlı sütunun, protez işlevi gören çemberleri çıkarılmamış,alt kaidesi güçlendirilmiştir,bu nedenle alt kaidesinde Hz İsa'nın çarmıhtan indirilişini simgeleyen kabartmalar bu yılların izini silmek için yapılan müdahelelerde kaybolmuştur.
    Evliya Çelebi'ye göre sütun tılsımlıdır"Tavuk Pazarında kırmızı zımpara taşı parçalarından oluşmuş yüz arşın uzunluğunda iğne gibi bir sütun vardır.Bu Hz. Muhammed'in doğumu sırasında iki gece içinde meydana gelen depremlerde hasar görmüş,ancak ustalar sütunu hala sağlam,ayakta duracak biçimde bir adam baldırı kalınlığındaki demir çemberle çevrelemişlerdi.Büyük İskender döneminden 140 yıl önce dikilmişti.Konstantin Sütunu'nun tepesine yılda bir kez kanatlarını çırparak havadaki bütün kuşları pençelerinde gagalarında üçer zeytinle birlikte oraya toplayan sığırcık şeklinde bir tılsım yerleştirilmişti"
    Hala kendini görmek için kalabalıkları çektiğine ,onca yangına,depreme,zamana karşı bir şekilde direnebildiğine göre sütun Evliya Çelebi'nin bahsettiği o tılsımının bir bölümünü hala  muhafaza etmiş  anlaşılan..
   
 

23 Şubat 2014 Pazar

Seyr-ü Sefer Eden Bir Camii Piyale Paşa

Orta Asya'dan yıllar boyunca at sırtında hep batıya doğru şaha kalkmış bu millet, kıyıları engin denizlere açılan yerleri vatan edindikçe atlarının sırtından inip daha uzak toprakları fethedebilmek için gemilerinin yelkenlerini rüzgara doğru açmayı ilk ne zaman öğrenmişlerdi acaba?Çoğumuzun,Türkler ve gemileri hakkındaki ilk bilgileri Fatih'in dehası sonucu denizler yerine tepeleri aşan ve sırf bu çılgın düşünceye göre dizayn edilmiş gemileri ile başlar.Sonra İstanbul fethedilir.Haliç ve Kasımpaşa tersanelerinde inşa edilip yeni yerler fethetmek,uzak illerden kıymetli mallar getirmek üzere, Ege ve Akdeniz'in bereketli sularına hiç durmadan İstanbul Boğazından irili ufaklı yelkenliler uğurlanır durur.Haliç'in,binlerce yıldır pek çok medeniyetin gemilerine güvenli bir liman olmuş suları Osmanlı gemilerini de kendine çeker,bu yüzden hem Haliç'e hem de buraya  yakın olan Kasımpaşa'da açılan tersaneler zaman içerisinde buraları bir deniz semtine dönüştürür.Kasımpaşa'da bulunan ve Kaptan-ı Derya Piyale Paşa için yapılmış caminin mimarisi bile denize aidiyeti vurgular.
 
İstanbul'un o güzel tepelerine çoktan Şehzadeyi,Süleymaniyeyi silinmeyen bir izle mühürleyen Sinan,yaşlanan ama yorulmayan bilge zekasını,hünerli ellerini yeni camileri yükseltmek için kullanmaya devam eder.Bir yandan Edirne'de Selimiye'yi, her bir taşını ayrı bir maharetle yorumlarken öte yandan İstanbul'da Piyale Paşa Camii'ni bambaşka bir bilgiyle yerine oturtur.Selimiye için ustalık döneminde yapıldı denir ama Sinan'ın eserlerini biraz inceleyen biri ,onun büyük küçük her eserinde nasıl bir usta olduğunu görür.Sanki hiçbir zaman çırak ya da kalfa olmamış,o bilgiler onda ezelden beri hep varmış  ve yılların bu kadim bilgileri,
 hep Sinan'ın kalbine,mahir ellerine kaçıp yeniden hayat bulacakları ana kadar onun parmak uçlarında bekleşip durmuşlar gibi gelir insana.
    Mimarlıkla ilgili kitaplarda, bu caminin planı için Anadolu Ulu Cami geleneğinin yeniden yorumlanışıdır denir.Doğrudur,Sinan bu camisinin planı için gözlerini Anadolu topraklarına çevirmiştir ama o kadim bilgileri ellerinin arasında eğip bükerek kendi maharetine has  bir hale dönüştürmüştür.
    Peki bu eski mimariyi hatırlatan izler nelerdi?Eğer Şehzadebaşı,Süleymaniye,Selimiye hatta bu büyük mabedleri referans alarak yapılan Sultanahmet,Yenicami'gibi büyük selatin camilerini  görmüşseniz eğer bu fark sizin de dikkatinizi çeker.Bu saydığımız selatin camileri ,önce sizi bir dış avluyla karşılarlar,camiye girmeden önce merdivenlerle iç avluya çıkmak zorundasınızdır,üç taraftan merdivenlerle çıktıktan sonra,"taçkapı "adı verilen büyük mermer kapılar sizi ortasında genellikle bir şadırvan olan iç avluya yönlendirirler.Bu avlunun ortasında durup etrafınıza baktığınızda tam karşınızda yükselen caminin "cümle kapısı"durur,avlunun etrafını ise üstleri kubbeyle örtülü revaklı alanlar çevirir,bu iç avlunun ölçüsü,caminin ibadet edilen alanı olan harim kısmının ölçüsü kadardır.İlk defa erken dönem mimari örneklerinden olan Edirne Üç Şerefeli Cami de karşımıza çıkan bu plan şeması, zaman içerisinde Osmanlı mimarisinin vazgeçilmez estetik anlayışı haline gelmiştir .Piyale Paşa Camiinde bu avlu yorumu yerine, erken dönem Bursa Camilerinden aşina olduğumuz,caminin üç tarafının iki katlı revaklarla çevrilmesi geleneğine bir geri dönüş vardır.Camilerin ana giriş kapısı olan "cümle kapısı"nın önünde yer alan son camaat yeri yine eski geleneğe uygun olarak kubbe yerine düz bir örtüyle örtülmüştür.Sinan'ın eliyle yontulmuş bir caminin önünde durursanız eğer , mabedin, ana kubbeye kadar nasıl yükseldiğini Sinan size adeta tek tek gösterir.Her bir payanda,yarım kubbe,kemer,ana kubbeyi göğe kaldırmak için gereksiz hiçbir yorumun arkasına gizlenmeden, açık bir kitap gibi önümüzde durur.Burada ise yine geriye dönüş vardır,tek bir büyük kubbenin hakimiyeti yerine 9m çapında 6 kubbe ve yanlara doğru tonozlarla genişleyen yapının bu eski yorumlarla ele alınmasındaki sır minarenin yeri ile kendini belli eder.Caminin genellikle köşelerinde yükselen kalem  minare burada tam cephenin ortasında ana eksendedir ki daha önce böyle bir yorum karşımıza çıkmamıştır.Tek kubbe hakimiyeti yerine eşit büyüklükteki altı kubbe,yanlara doğru ağır payelerin taşıdığı tonozlu revaklar,önünde revaklı bir iç avlunun olmamasından dolayı daha bağımsız duran caminin ana kütlesi,son cemaat kısmında kubbe yerine düz örtü kullanılması ve en sonunda minarenin o özel yeri camiyi bir Osmanlı Kadırgası na dönüştürür.Gerçekten minare konumu itibariyle adeta bir yelken direğini andırır.Denizleri fethetmiş bir Kaptan-ı Derya için yapılmış bu eser işte bu eşsiz yorumlarıyla,Sinan'ın mücevherlerinden biri haline gelir.
    Piyale Paşa engin denizlerden sonra,bu nadide yapının haziresinde yer alan türbesinde aynı zamanda 2. Selim'in kızı olan, eşi Gevher Han Sultan ile onda doğan yedi kızı ve dört oğlu ile beraber bilinmeyen başka enginliklerdeki son yolculuğuna çıkmak üzere bekler.

22 Şubat 2014 Cumartesi

Hipodromun Orta Yerinde Küçük Bir Kızın Hikayesi

İnsanoğlunun hayal gücü hayatın ona verebileceklerini yahut da ondan alabileceklerini tahmin edebilme hususunda o kadar zayıf ve kabiliyetsiz ki.Çocukken dinlediğimiz masallar,büyürken okuduğumuz kitaplar hiç gerçekleşmeyecek hikayeler gibi gelirler bize,ama yine de gerçekleşmeyeceklerine inanarak ne okumaktan ne de dinlemekten vazgeçeriz.Halbuki insanoğlunun hayatında bazen umulmadık bir yerden esen güzel bir rüzgar kaderin önündeki bulutları dağıtmaya yeterken,bazen de ansızın beliren fırtınalar onu hiç bilmediği yerlere,acılara sürükleyebilir.Bu arada zamanın ona getireceklerinden habersiz kaderini kendi belirliyor zannetmenin saflığıyla oyalanır durur insan.
    İşte Makedonya'nın bir köyünde doğan Justinianus kapıldığı rüzgarla  doğduğu topraklardan ayrılarak imparatorluk muhafız birliklerine katılır ve Konstantinapolis'e gelir.Çok mu başarılı olur,doğru adımlar mı atar,önemli kişilerle mi arkadaşlık eder bilmiyorum ama bu okuma yazma bilmeyen cahil adam kendini Bizans tahtında otururken bulur.Herhalde o tahtta otururken, onu köyünden koparıp başına Roma'nın tacını takan rüzgarın gücüne kendisi de şaşırmış olmalıdır.Önemli yazışmaları ancak bir tahta üzerine oyulmuş harflerin yardımıyla imzalayabilen Justinianus, onunla aynı adı paylaşan yeğenine hayatın ona zamanında vermediği imkanları şimdi sahip olduğu güç ve kendi evladının olmamasının verdiği rahatlıkla sonuna kadar sunar.Tarihçilerin zeki,çalışkan,sevimli,kendine hakim ve ihtiraslı,hükmedici diye tanımladıkları yeğeni justinianus ta ona sunulan olanakların şükrünü sonuna kadar bilerek tahtta pek bir başarı gösteremeyen dayısının her şeyi  olur.Aldığı eğitim onu Roma İmparatorluğu'nu tekrar biraraya getirme ülküsüne sebebiyet vermiştir.İmparator olduğunda bu hayal onu pek çok kanlı mücadelenin içine atmış olsa da Justinianus adını Bizans'ın altın çağını yaşatacak bir hükümdar olarak tarihe adını yazdırır.
    Kader,genç Justinianus'un hayatında güzel bir meltem şeklinde  eserken,İstanbul'un bir başka köşesinde daha sonra Justinianus'un hayatında çok önemli bir yere sahip olacak olan Theodora için örseleyici birşekilde eser.
    Bizans tahtına oturmanız için belli bir soydan gelme şartı önemli değildir.Eğer askerlerin sevgisini kazanabilmişseniz,entrika çevirmek sizin için alalade bir şeyse,hedeflediğiniz yolda bazen kıyıma varacak şekilde kan dökmekten çekinmiyorsanız taht yolunun önemli bir kısmını yarılamışsınız demektir,ama yine de imparator olabilmeniz için hipodromun önemli gücü olan Mavi ve Yeşillerden bir grubun desteğini muhakkak arkanıza almanız gerekir.Eğer tüm bunları yapabilmişseniz,iyi bir kader de sizin yanınızdaysa Bizans tahtı ile önünüzde bir engel kalmamış demektir.Şimdi kızlar kusura bakmayın sıkıcı bilgilere başlıyorum ama hikayem için bunları anlatmam şart.
    Bizans'ın mutlak hakimi imparatordur ama imparatorun gözardı edemeyeceği bir güç olan hipodromdaki kalabalıklar fikirlerini söylemekten çekinmedikleri gibi eğer bu haykırışlar duyulmazsa en kanlı isyanlara kalkışmaya da bir an bile tereddüt etmezler.O yüzden imparatorlar bu kalabalıkları doğru bir şekilde yönlendirmek için hükümdarlıkları boyunca marifetli politik oyunlar oynamak zorunda kalmışlardır,ya da bu oyunlardan bunaldıkları zaman kanlı bir gözdağı ile susturmaktan çekinmemişlerdir,eğer zayıflık ve iradesizlik göstermişlerse de Andronikos Kommenus gibi kalabalıklar tarafında parçalanarak feci bir sonla öldürülmekten kaçamamışlardır.
    Mavi ve Yeşiller kökleri Roma İmparatorluğu'na dayanan bir yapılanmadır.Bugün bile İtalya'nın geleneksel günlerinde mahalleler arasında yapılan coşkulu at yarışları ve kutlamalar Roma Medeniyeti'nin bu kanlı yarışlarının folklorik bir şekilde geriye kalan mirasıdır.Günümüzün politika gruplarına benzeyen bu yapı alalade bir sosyal gruplaşma değil bilakis listeleri,aidat ödeyen üyeleri,seçtikleri başkanları,silahlı milis kuvvetleri ile pek çok siyasi,ekonomik ve sosyal olayın yönünü değiştirecek bir örgütlenmeydi.İmparatorlugun  her şehrinin kendine ait hipodromlarında mavi ve yeşil diye adlandırılan örgütlenme muhakkak bulunurdu.Bu ayrı şehirlerde aynı renklere inanmış kişiler arasında mutlak bir dayanışma vardı.Bütün vergi yüklerinden muaf tutulmuş,adlarına heykeller yapılan,şereflerine destanlar yazılan hipodromun araba yarışçıları bu iki farklı hizibten birine bağlı olmak ve onlar adına yarışmak zorundaydılar.İmparatorda dahil kim hangi tarafı tutuyorsa koluna tuttuğu tarafın renginden bir eşarp bağlamak zorundaydı.Bu cüretli tarafını gösterme adeti çoğu sefer ölümle sonuçlanacak ateşli kavgaların olmasına da sebebiyet veriyordu"Demark" adı verilen kendi seçtikleri yöneticinin yanında imparatorun bizzat atadığı "demokrat"adı verilen eş başkanla imparator bu hizipleri başıboş bırakmamaya çalışırdı.Hipodromun hayvan terbiyeceleri,dansörler,sirk göstericileri,tiyatrocular maaşlarını aldıkları bu hiziplere bağlıydılar.İşte bu ayı terbiyecilerinden biri olan bir baba ve dansör bir anneden doğma Theodora'nın hikayesi hipodromun bu orta yerinde başlar.Kocasının ölümüyle bir başına kalan anne üç kızının merhamet uyandıran güzelliklerine güvenerek yeşillerin zulmünden, kendisini ve çocuklarını koruması için mavilere, bir yarış günü hipodromun ortasında yalvarınca istediğini elde eder ve kocasından boşalan yere sevgilisini yerleştirmeyi başarır.Kızlarının, özellikle Theodora'nın dillere destan bir güzelliği vardır ve bu güzellik ona hipodromda düzenlenen gösteriler için büyük bir yarar sağlar.Sanatını en cüretkar şekilde göstermekten çekinmeyen bu güzel genç kız kıvrak bir zekaya da sahiptir,zekasını güzelliğiyle birleştiren Theodora kısa sürede kibar çevrelerin en ünlü gözdesi haline gelir.Evinde önemli politikacılar,devlet adamları,üst rütbeli askerler için eğlenceler tertip eder.Önemli kişilerle yaşadığı metres hayatı ona zenginliğin kapılarını araladığı gibi,dönemin tarihçileri tarafından bile aşağılanmaya varacak şöhreti de beraberinde getirir.Yaşadığı maceralı hayatta başına gelen kötü bir tecrübe onu İskenderiye'ye sürükler.Yepyeni bir başlangıç yapmak isteyen Theodora İskenderiye'ye hangi duygularla gelir,hayatında nasıl bir değişim yaşamıştır,gerçekten samimi bir tövbekar mıdır yoksa atacağı bir sonraki adım için planlanmış bir geri çekilme ve hesaplı bir pişmanlığın maskesi altına mı gizlenmektedir ,bu soruları cevaplamak zor çünkü hayatının bu dönemi karanlık, ama onu yakından tanıyan dönemin tarihçilerine göre, kininde ve tasarladığı işlerde son derce azimli olan bu güçlü kadının bir inziva hayatını tercih edeceğine inanmamız güçleşiyor.Nitekim Konstantinopolis'te güçlü devlet adamlarının doldurduğu evini bu sefer İskenderiye'de din,felsefe,düşünce adamları doldurur.Artık ateşli bir tövbekar gibi görünen Thedora Justinianus'un zulmünden kaçan Hristiyan Monofizist din adamlarıyla çok yakın ilişkiler kurar.Bu zeki kadın bu sefer dindar ve yardımsever kimliğiyle ün salar,zaten genç Justinianus onu bu yeni haliyle tanır ve ona öyle bir aşk ve hayatı boyunca sürecek bir hayranlıkla bağlanır ki kendine imparatoriçe yapmak için bir an bile tereddüt duymaz.Sonunda Patriğin takdis edip başına imparatorluk tacını taktığı güzel Theodora, justinianus tarafından  Doğu Roma İmparatorluğu'nun kraliçesi olarak 527 yılında hipodromda kalabalık halka takdim edilir.Merhamet için hipodromun ortasında yalvaran küçük ve güzel kız yıllar sonra imparatorluk locası olan katizmada başında tacı,sırtında erguvan rengi pelerini ile tebasını gururlu bir edayla selamlar.Theodora kocasının en büyük yardımcısı olur,bir zamanlar evinde şereflerine eğlenceler tertiplediği devlet adamları huzuruna çıktıklarında imparatoriçenin ayaklarını öpüp o izin vermeden konuşamazlar.Zekası,bilgisi Justinianus'un politikalarına yön verir.İmparator yüzünü batıya Latin Krallığına dönerken,imparatoriçe Justinianus'un önemsemediği İmparatorluğun doğu toprakları ile iyi ilişkiler kurar.Ayrı safları tutar gibi görünmeleri sadece kurnaz bir politikadır.Hükümdarlıklarının ilk yıllarında 530'da meydana gelen " Nika isyanı" rakiplerine imparatoriçenin gücünü gösterdiği bir meydan okuma olur.İsyandan korkan Justinianus kaçma planları yaparken Theodora"Hayata sahip oluşumuz ancak onu bir gün kaybetmek içindir.İmparatorlar için erguvan renkli pelerin kefenlerin en güzelidir "diyerek tarihçilerin kaydettiği o ünlü konuşmasını yapar ve kaçmayı reddeder.Kimbilir Justinianus'un bilmediği ama Theodora'nın çok iyi bildiği yoksulluğun,kaybetmenin,aşağılanmanın,ezilmenin ağır hatıraları  ona elindekileri kaybetmektense ölmeyi göze alacak kadar  cesaret veriyordu.İşte bu gözü kara cesaretle kırk bin isyancının hipodromda toplanmasını fırsat bilen imparatoriçe,  isyancılara göre sayıları  az  ama savaşta daha mahir ve acımasız olan imparatorluk muhafızlarına, hipodromun kapılarını kapattırıp isyancıların ölüm emrini verir.Askerlerin kılıçtan geçirdiği kırk bin asinin cesetleri üzerine basarak hakimiyetini,gücünü,korkusuzluğunu dosta düşmana ilan eder.İsyancıların "Zafer"anlamına gelen "Nika"çığlıkları hipodromun duvarları arasında kanlı bir susuşla söner.Nika ,isyancılar yerine Theodora'nın olur.
    Bundan sonra Theodora ve Justinianus için mutlak bir hakimiyetin altında geçecek güçlü ve parlak hükümdarlık dönemi başlar.Sadece askeri alanda değil her alanda güçlenen Bizans Ayasofya gibi bir hazineyi bu parlak ve zengin günlerin nişanesi olarak göğe yükseltir.Theodora ve Justinianus'un en önemli eserlerinden biri olan Ayasofya'da onlara ait bir mozaik günümüze gelmemiştir.Kısaca tasvir yasağı ya da putkırıcılık diye tanımlayabileceğimiz Bizans'ın İkonoklazm döneminde Ayasofya'nın erken dönem mozaikleri tahrip edilmiştir.Theodora ölmeyi göze aldığı İstanbul'dan çok uzaklarda Ravenna'daki St.Vitale Kilisesi'nin duvarlarında gururlu bir ifadeyle tasvir edilmiştir.Tarihçiler tarafından o çok övülen güzelliği Bizans mozaik sanatının idealleştirme üslubu ve geleneksel çizgilerinden dolayı tam olarak algılanamasa da iri siyah gözlerinden zekasının parlaklığı üstündeki mücevherlerle beraber kilisenin duvarlarında ışıldar.
    Tarih kitaplarından değilde, bir romanda bu hayat hikayesini okumuş olsak,yazarının hayal gücünün sınırlarını fazlasıyla zorladığını düşüneceğimiz Theodora'nın bir ayı terbiyecisinin kızı olarak başladığı hayatı,Bizans'ın en güçlü kadını olarak 548'de geride Justinianus'a bir veliaht bırakmadan sona erer.

14 Şubat 2014 Cuma

Sultanahmet Meydanı ve Hipodrom 1

Sultanahmet Meydanı'nın bulunduğu tarihi yarımada Osmanlı'nın kalbinin attığı yerdi.Padişahın ikamet ettiği saray buradaydı,saraya yakın bir mevkide yaşamayı kendileri için daha hayırlı gören pek çok devlet adamının konağı burada bulunurdu.Osmanlı'nın tıpkı yadigar kalan kıymetli eşyalara beslenilen hürmeti gösterdiği Ayasofya camii,yine en güzel ibadethanelerinden biri olan Sultanahmet camii buradaydı,öyleki Marmara Denizi'nden Haliç'e demirlemek üzere yabancı denizlerden gelen pekçok geminin İstanbul'a dair gördüğü ilk silüet tarihi yarımadaya bir hükümdar gibi kurulmuş olan bu güzel cami idi.
    Aslında Osmanlı İstanbul'u şekillendirirken Bizans'ın ayak izlerini takip etmiştir.Bizans'ta kendinden önce İstanbul'a sahip olan Megaralıları.Sahip olduğu tabii konum mu bu tarihi yarımadayı binlerce yıldır bir cazibe merkezi haline getirmiştir bilmiyorum ama buranın büyülü bir havası vardır ve bu büyülü toprak parçasına sahip olan her medeniyet burayı birbirinden kıymetli eserlerle donatmak için çaba göstermiştir.Pagan Byzantion,Hristiyan Konstantinopol,ve nihayet Müslüman İstanbul sahipleri tarafından hep baş tacı edilmiştir.
    Bugün İstanbul'a gelen pek çok kişinin uğradığı ilk yer olan Sultanahmet Meydanına Bizanslılar Hipodrom,Osmanlılar ise At Meydanı demişlerdir."At yarışı" anlamına gelen Hipodrom,  Doğu Roma imparatorluğunun sosyal ve siyasal hayatında son derece önemli bir yere sahipti.Atina için Agora,Romalılar için Forum ne demekse,Bizans için Hipodrom o demekti.Halkın büyük rağbet gösterdiği at arabaları yarışları burada yapılırdı,imparator zaferle döndüğü savaş ganimetleri ile burada gücünü dosta,düşmana ilan ederdi,kutsal günler burada şenliklerle kutlanır,düzeni değiştirmeye yönelik kanlı ayaklanmaların ateşi ilk burada yakılırdı,düşman görülenler,suçlular burada öldürülür,tehlikeli bulunanlar burada yargılanırdı.Hülasa bu taş yapı Roma Medeniyeti'ninde yapı taşıydı.
    Zor toprak koşulları,iklimi ve aralarında bitmek bilmeyen kanlı savaşlar bir Yunan kolonisi olan Megaralıları canlarından bezdirince efsanevi liderleri Byzas halkı için güvenli ve verimli topraklar aramaya başlar ve göçeden bu kabile İstanbul'u seçer kendilerine.Onların kurduğu devlet İstanbul'un bilinen ilk şehir devletidir.Ama yinede bu hikayede tarihin bıraktığı birçok boşluk vardır  Megaralıların bu göç macerası ve İstanbul'un ilk site devleti hakkında elimizdeki belgelerle ancak bu kadarı söylenebilir.Cömert İstanbul kısa sürede kendilerini seçen bu kavmi zengin bir devlet haline getirir.Ancak bu zenginlik pekçok düşmanın dikkatini çeker.Roma yanıbaşında yükselen bu zenginliği kıskanır ve Megaralılar'a savaş açar.Romalılarla başetme cüretini gösteremeyen Megaralılar çaresiz ağır vergi şartlarını kabul etseler de Romalıların kabaran iştahlarını doyuramazlar.Sonunda vergi ödeme düzensizliğini bahane eden imparator Septimus Severus,şehirde taş üstünde taş kalmayacak şekilde Megaralıları tarih sahnesinden siler.Ama sonra bu büyülü güç onuda bir şekilde etkisi altına alır ve açtığı yaraları sarmaya başlar,ama her iyiliğinde şehre artık Romalı olduğunu hatırlatarak.Evvela Roma Medeniyeti'nin alamet-i farikası olan Hipodromu inşa eder.Bu ilk Hipodrom ahşap ve daha ilkel tarzdadır.Esas Hipodrom, İstanbul'u kendine başkent olarak seçen İmparator Konstantin tarafından yaptırılır.
    Bugün bu Hipodromdan geriye birşey kalmamıştır.Bir kaynakta yüzlerce taş koltuğundan birinin Sultanahmet Cami'nin bahçesinde öylece durduğunu okumuştum,son kez gittiğimde arayıp bulacaktım bu çok eski eşyayı ama bir hafta sonra 17.yy Osmanlı Mimarisi'nin imtihan telaşı beni Bizans'ın ayak izlerini takip etmek yerine Osmanlılar'ın dolayısıyla Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'nın peşine düşürdüğü için onu arayamadım.Bir daha gittiğimde artık yitirilmiş bu büyük yapıdan geriye kalan bu küçük eşyayı arayacağım.
    İnşası 330 yılında biten Hipodromun uzunluğu yaklaşık 370 m dir,genişliği ise 85-95 m kadardır.Bugün Sultanahmet camii'nin bulunduğu alanda yine artık yerinde olmayan Bizans Sarayı yükselirdi,hipodromun saraya bakan bu cephesinde ve tam karşısında eski Adalet Sarayı'nın bulunduğu alana denk düşen cephesinde anfi biçiminde 40 basamaklı tirübünler yer alırdı,Marmara Denizi'ne bakan alanda bulunan oturma alanlarına ait  kısım yay biçiminde ele alınmıştı.Bugün Alman çeşmesi'nin bulunduğu yerde toplantı salonları,dinlenme odaları,yemek odaları gibi kısımları olan iki katlı ,gösterişli "Katizma" adı verilen imparator locası bulunurdu.İmparatorluk rengi olan ağır işlemeli eflatun pelerinini omuzlarına atmış birbirinden değerli taş ve ziynet eşyasıyla kendini donatmış,imparator ve ailesi etkinliklere katılmak üzere saraydan gizli bir tünelle bu locaya gelirlerdi.Yarışların yapılacağı günden bir gün önce imparator locasına asılan ipek güneşlik ile İstanbul halkı bu yarışlardan haberdar edilirlerdi.
    Hipodromun ortasındaki duvara spina denirdi ve üzerinde imparatorluğun farklı topraklarından getirilmiş anıtlar bulunurdu.Bugün gördüğümüz bu dikilitaşlar bir zamanlar hipodromun parçasıydılar.Yıllar içerisinde biraz hor kullanılmış olsalar da günümüze kadar gelebilmeyi başarmış dirayetli anıtlardır bunlar zira Doğu Roma döneminde sayıları bir hayli kalabalık olan anıtlardan sadece bu üçü günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır.Arkalarında bir boşluk bırakarak yitip giden bu anıtlardan biride bu gün Venedikte San Marco Meydanında yer alan Venedik dükasının sarayına ait  San Marco Kilsesi'nde artık Sultanahmet Meydanı yerine San Marco meydanını seyreden bir grup at heykelidir.Bronzdan yapılmış dört attan oluşan bu heykel grubunun adı "Quadriga Atları "dır.Quadriga eski Roma'da atların çektiği yarış arabalarına verilen addır.M.Ö 4.yy'da Yunanlı heykeltraş Lissipos tarafından yapılmışlardır.1204 Haçlı Seferi,Avrupa'yı Müslümanlara karşı yardıma çağıran Bizans için acı bir süpriz doğurmuştur.Müslümanlarla savaşmak yerine İstanbul'da bir Latin Krallığı kurmayı daha kolay gören Haçlı kuvvetleri Bizans'ın sahip olduğu pekçok dini ve tarihi değeri olan eserleri Avrupa'ya kaçırmış,Bizans'ı küçümsedikleri barbarlara yakışacak şekilde soymaktan kaçınmamışlardı.İşte bu atlarda, bu soygun sırasında Avrupa'ya kaçırılan eserler arasındaydı.828 yılında Venedikli tüccarların İskenderiye'de bulunan Aziz San Marco'ya ait olduğu düşünülen kutsal eşyaların yine bir kültürel  soygunla çalınması şerefine Venedik dükasına ait sarayın şapeli olarak yapılan San Marco kilisesinde yer alan bu atlar bin yıl sonra bu sefer İtalya'yı işgal eden Napolyon tarafından Paris'e kaçırılsalar da tekrar eski yerlerine iade edilmişlerdir, ancak 2. Dünya Savaşında Almanların zarar vereceği endişesiyle, bu durmadan sahip değiştiren 2000 yaşındaki atlar şapelin içine alınmıştır,bugün şapelin üstünde yer alan at heykelleri orijinal Quadriga Atları değildir.
   
.
 
  Şimdi artık ne hipodrom ne de ona  ait olan eserler yerlerinde duruyor, ama orada yaşanan pek çok olay yazıla yazıla ,söylene söylene günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır,bize de o yazılanları okumak,bazen hayret etmek,bazen şaşırmak,bazen gülmek ama en çok da dünyanın tüm ihtirasına,gücüne,zenginliğine rağmen geçiciliğini anlamak kalmıştır.

 

 

5 Şubat 2014 Çarşamba

Divanyolu ve Million taşı

Tramvay'dan inipte adımınızı Divanyolu'nun kaldırım taşlarına attığınız andan itibaren pekçok yapıyı,taşı ,ağacı kendi hikayelerini anlatmak üzere sizi bekler vaziyette bulursunuz.Günümüze kadar gelebilmiş ya da gelemeyen pekçok hatıra sahip olduğu hikayeleri bu birazda şekilsiz ve küçük meydanı farklı kültürlerin,dillerin dinlerin hercümerc olduğu tarihi bir masala dönüştürüverir.O hikayelerden biride Divanyolu'nun bir köşesinde yeralan kaba saba bir taşla ilgilidir.Ayasofya'nın karşısındaki köşede,su terazisinin yanında mütavazi bir şekilde duran"Million Taşı" bir zamanlar Roma İmparatorluğu için dünyanın merkeziydi,çünkü Romalılar için dünya tam bu noktadan başlardı.Bu taşı sıfır noktası olarak kabul eden Romalılar dünya ile ilgili bütün mesafelerin uzaklıklarını buradan başlayarak ölçerlerdi.Doğu Roma İmparatorluğu'nun en önemli caddesi Mesa buradan başlar ve yol yapmaya meraklı Romalılar için dünyaya, buradan yürümeye başlanarak ulaşılırdı.Bayazıt'a kadar uzanan bu yol "Y" şeklinde çatallar yaparak planlı bir şekilde tüm şehri dolaşır ve Edirnekapı surlarından geçerek dünyaya açılırdı.Adını Latincede yedi telli lirin ortasındaki mese adlı telden alan bu yolun iki yanını zengin ve gösterişli binalar ve Yunan tapınaklarından getirilmiş heykeller süslerdi.
        Antik Mesa yolu günümüze kadar gelebilmeyi başarmış uzun ve yorgun bir yoldur 1960'lardan sonra İstanbul'u tarumar eden çarpık kentleşme,alınan kontrolsüz göçler sonucu yitirilmiş onca sokağa ,eserlere rağmen varlığını bir şekilde devam ettirebilmiştir.
         Bir zamanlar, Romalıların arşınladığı bu yolda Osmanlılarda yürümeyi tercih etmişlerdir,ancak yürüyenler değişince adı da değişmiştir yolun.Topkapı Sarayı'nda kurulan divanda görev yapan devlet adamları bu yolu kullandıkları için yol artık "Divanyolu" diye anılır olmuştur ve yolun iki yanında yer alan Bizans Sarayları yerlerini Osmanlı Konaklarına bırakmıştır.
           1865 yılında çıkan büyük bir yangın bu zarif konakların yerini şekilsiz,üslupsuz hiçbir estetik değeri olmayan 20.yy ın hediyesi apartmanlara bırakmıştır.Yanlız bu çirkinliklerin arasında sıkışıp kaldıkları yerden başlarını uzatmaya çalışan zarif eserleri saymazsak.Bu yangından sonra fırsat bu fırsat deyip Divanyolu'nu dahada genişletmeye çalışan Keçecizade Fuat Paşa birkaç kıymetli eser bu istimlakla yıktırılınca hedef olduğu eleştirileri anlatmak için "Bu yolu,başımıza atılan taşlarla döşedik"diye latife eder.İlginç bir devlet adamıdır Fuat Paşa,asıl mesleği doktorluktur ama tarihin o döneminde pekçok şahıs için söyleyebileceğimiz gibi sadece bir şey değil aynı zamanda pekçok şeydirde.Hem doktor,hem sadrazam,hem hariciye nazırı,hem nüktedan,hem tarihçi,hem fransızca şiirler okuduğu suareler düzenleyecek kadar alafranga,hem de gazeller yazacak kadar bir yanıyla hala alaturka.Zaten kendisi de bu çoklu kimliğine atıfta bulunarak"Lüzumlu olunca asker olup kılıç taşıdığım gibi,yarın lazım olursa şeyhülislam olup sarık sarmayı bilirim"dermiş.Tabi aynı anda bu kadar çok şeyi yapmaya çalışmak,kendine bu kadar güvenmek dönemin o ağır sorunlarını çözmede ne kadar yardımcı olur bilemem. Sanırım o da çözemediği sorunları nüktedanlığı ile yumuşatma yoluna gitmeyi tercih etmiş.Avrupa'yı ilk kez ziyaret eden Osmanlı Padişahı olan Abdülaziz'in bu seyahatinde hariciye nazırı olarak görev yapar Fuat Paşa ve onun bu,kelimeleri eğip bükme becerisi orada da kendini gösterir.3.Napolyon'un Fuat Paşanın orada bulunduğunu farketmeyip Sultan Abdülaziz için biraz beklesin sözüne bozulmuş olmalı ki kralın "Aman haşmetmaba bunu duyurmayınız"tembihine "Hiç söyler miyim!Ben onun söylediklerini şimdiye kadar size duyurdum mu?"diyerek hünkarının onurunu korumaya çalıştığını kaynaklar yazar.
            Sonunda bu renkli devlet adamı içinde bu dünyadan göç etme zamanı gelince,Paşa yaptığı yolu çok beğenmiş olacak ki türbesi için Divanyolu'nu seçer kendine.Tüm canlılığı,hengamesi,uğraşısı,kalabalıklarıyla devam eden canlı bir hayatın yanıbaşında sessizliği simgeleyen türbe.Bağıran hayata karşılık artık susmuş bir nefsin beklenen güne kadar ebedi istirahat mekanı olacak türbede yine dönemin önemli şahsiyetlerinden Sami Paşa'nın talik olunmuş nefis mersiyesi dikkat çeker.
                                 Her ten biter bir dert ile
                                 Geh germ ile geh serd ile
                                 Uğraşmaya her ferd ile
                                 Değmez bu dünya-yı ahes
                                 Allah bes,baki heves
            Yine tarihin dar ve yaşlı sokaklarında kaybolduk.Million Taşı etrafında dolanırken,Divanyolu'na oradan da bu yolla özdeşleşmiş Fuat Paşa'nın hayatına sapıverdik.Ama İstanbul'un köşeleri hep böyle kaybolmanıza neden olur,bir yer görürsünüz,neymiş bunun hikayesi diye başlarsınız sonra bir bakmışsınız ki bilmediğiniz yerlerde,yaşamadığınız zamanlarda,tanımadığınız insanlar arasında kayboluvermişsiniz.
            Eğer bir gün yolunuz buraya düşerse biliniz ki üzerinde yürüdüğünüz yol iki bin yıldır yürünen bir yoldur o yüzden adımlarınızı biraz yavaşlatın ve bu yolun üzerinde bulunan günümüze kadar gelebilmiş eserlerin güzelliklerini görmeden geçmeyin.

               


           
           

30 Ocak 2014 Perşembe

Sultanahmet Meydanı ve Vakvak Ağacı

İnsan bir ağaca baktığında ne görür?Değişen mevsimleri,yorgunsa altında dinlenebileceği gölgesini,çocuksa tırmanabileceği yahut salıncak kurabileceği dallarını.Yaşlı bir ağaçsa kimbilir hangi bilmediğimiz zamanlardan boy vermiş dallarını,taze incecik bir ağaçsa kimbilir hangi bilmediğimiz zamanlara boy vereceği günlerin hayalini...Ama şimdilerin Sultanahmet Meydanı dediğimiz,eski zamanlarda ise At Meydanı diye anılan yerdeki  bu ağaç gören gözleri dehşete düşürecek hikayeler anlatmış birzamanlar.

    17. yy ın buhranlı Osmanlı topraklarında yenile yenile İstanbul'a dönen yeniçeriler paralarını alamadıkları gerekçesiyle yine kazan kaldırırlar.Kazanın kaldırılması demek o kazan tekrar eski yerine konulana kadar yeniçerilerin istemediği birkaç başın gitmesi demekti ve artık gücünü yitirmeye başlamış Osmanlı da o kazan iki yüzyıl boyunca sadrazamların,vezirlerin hatta padişahların başını ala ala yerine oturtulabilmiştir.Peki her defasında yerinden oynadığında güç dengelerini de yerinden oynatan bu kazan ne menem birşeydi?Yeniçerilerin hayatlarını analatan kaynaklara baktığımızda iki tip  kazandan söz edildiğini görürüz.Bunlardan ilki yeniçerilere verilen yemeklerin dağıtıldığı kazandır ki hoşlarına gitmeyen bir durumla karşılaştıklarında evvela kendilerine verilen bu yemeği reddetmekle işe başlarlar.Tabi o devirler "Otur bakayım,sesini kes ve yemeğine devam et"diyebilecek otoritenin artık olmamasından dolayı bu eyleme pekçok kez başvurulduğu görülür.Diğer kazan ise Yeniçeriler için adanmışlığın ve bağlılığın sembolüdür.Zira Yeniçerilerin piri olarak kabul ettikleri Hacı Bektaş Veli'nin ilk kez bu kazanda çorba pişirdiğine inanılırdı ve bu kazan yerinden oynatılıp birde yerine su döküldüğünde artık dünya altüst olmuş demekti ve bu altüst olan dünya ancak pekçok kan döküldükten sonra normale dönebilirdi.
    Yine böyle bir isyanda otuz kadar başın istendiği listeye karşı çıkma gücünü bulamayan 4. Mehmet yeniçerilere çaresizce boyun eğer.Sonrası seyredilmek zorunda kalınan bir vahşettir.Öldürülen devlet adamlarının başları bu çınar ağacının dallarına asılır ve ağacı görenler bundan sonra bu ağaca Vakvak Ağacı olaya da Şecere-i Vakvak adını verirler,çünkü ağacın meyveleri insan başı şeklindedir.Uzak diyarlarda anlatılmaya başlanan masalların, efsanelerin ağacıdır bu ağaç.Anlatıla anlatıla çok uzak mesafeler katedip bu topraklara gelmiştir.Herkese kendini göstermeyen gizemli yıldızları takip ederek bulabileceğiniz büyülü topraklarda yetişir.Meyveleri insan başı şeklindedir ve bu başlar "vak vak "sesi çıkarırlar,o yüzdende ağaç bu adla anılır.Büyülü toprakların,büyülü ağacı dinleyenlere ürperti verir,o yüzdende onu dinleyenler düşman gördüklerinden korunmak için bu ağacı tılsım seçerler kendilerine ve taşa,ağaca,kumaşa,çiniye hülasa korunmaya değer bulduğu herşeye bu tılsımı çizmeye başlarlar.Bu dünyadan olan ya da olmayan bütün kötülükleri bu ağacın başlarının korkutacaklarına inanarak nakşederler..M.S 766-801 yılları arasında yazılmış Çince bir eser olan T'ung-Tren'de de rastlarız bu ağaca İran'ın büyük şairi Firdevsi'nin muhteşem eseri Şehname'de Büyük İskender'in hayatının anlatıldığı kıssada da .Sonra uzun zamanlar içinde uzun yollar katederek Anadolu'ya geldiğinde tarihler 12. yy ' işaret eder.Bu tarihten sonra pekçok Selçuklu eserinde bu ağaca rastlarız.Kayseri-Sivas kervan yolu üzerindeki Karatay Han,Sivas Gök Medrese,Niğde Hüdavend Hatun türbesi gibi sivil mimari örneklerinde olduğu kadar Bünyan Ulu Cami,Niğde Sungur Bey Cami gibi dini yapılarda bile bu ağaç karşımıza çıkar.Sonra unutulur,artık taşa işlenmez olur ama çok uzun yıllar sonra yazılı olmayan şifahi kültürün bilgisi bambaşka bir olayı anlatmak için bu ismi seçer kendine.Bir zamanların koruyucu tılsımı olan bu ağaç artık kanlı bir olayın sembolüdür.

       Tarih tekerürden ibarettir.Yıkılmaz,aşılmaz,bitmez,tükenmez,ölmez kelimelerinin insanlık tarihinde yeri yoktur.Güçlü olan herşeyin birbaştan birbaşa mezarlarıyla doludur tarih.Herşey yıkılır,aşılır,biter,tükenir ve ölür.İşte bir zamanların korku salan yeniçerilerde miadlarını doldurup kendi sonlarını bu olaydan iki yüzyıl sonra hazırlarlar.Ağaç aynı ağaç,yer aynı yerdir ama ağacın acı meyveleri değişmiştir artık.Ağaç şimdi yeniçerilerin başlarını meyve verir.Şecere-i Vakvak,Vaka-i Hayriyeye dönüşür.2.Mahmut yeniçerileri tarihin yaprakları arasına hapseder,isteyen zaferden zafere koşturan fütühat yeniçerilerini isteyen de zamanla eşkiya çetesine dönüşen yeniçerilerin hikayelerini okusun diye.Son sözü de Keçecizade İzzet Molla söyler ve kitabın kapağı kapanır."Koyup kaldırmadan ikide birde,kazan devrildi,söndürdü ocağı".

         Ha! buarada yolunuz birgün Sultanahmet Meydanı'na düşerse oradaki ağaçların günahlarını almayın.Çünkü tarihin bu ürpertici ağacı tarihçilere göre günümüze ulaşamamıştır.Büyük bir ihtimalle ya yılların ya da ahın yükünden dolayı kuruyup gitmiştir.Gerçi Niyazi Ahmet Banoğlu "Tarihi ve Efsaneleriyle İstanbul Semtleri"adlı kitabında  hikayesi efsaneyle doğan bu bahtsız ağacın sonunu yine bir efsaneyle bitirir.Söylentilere göre bu ağacı yok etmek çareleri aranmış,bunun içinde ilk önce ağaca göz değdirilip kurutulması sonrada kesilmesi düşünülünce nazarına güvenilir biri bulunup gözleri bağlı bir şekilde ağacın karşısına çıkarılmış,gözleri açıldığında "Aman,bu ne büyük ağaç !"diye hayret eden bu kem gözlü sayesinde ağaç birkaç gün içerisinde kuruyup gitmiş.








27 Ocak 2014 Pazartesi

Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi

Sultanahmet Divan yolu üzerinde bulunan Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi,yani geçm,ş zamanların ilkokulu Osmanlıda misaline hiç rastlamadığımız bir yapıdır.Mimarisinden dolayı değil,adandığı kişiden dolayı,çünkü hayrat bir saray kalfası için yapılmıştır.Bir padişahın eşi yada validesi adına hayrat yaptırması olağan bir durumdur ancak bir cariye için yapılması alalade bir durumdur.Osmanlı tarihi gerileme dönemiyle beraber pekçok isyanla karşı karşıya kalmıştı,üstelik sadece uzak topraklarında değil,pekçok kez padişahın hal edilmesi ya da katl edilmesiyle sonlanacak isyanlar imparatorluğun kalbi payitahtta da yaşanıyordu.Padişahların mutlak güçleriyle at sırtında fütühat illerinde dolaştıkları devirler gerilerde kalmıştı,artık padişahlar imparatorluğun önlenemez ve acılı dağılma sürecine girdiği döneme açılan zaman kapısının araladığı eşikte tedirgin bekliyorlardı.Yine dağılanları toplama telaşıyla yapılan yenilikler sonucu çıkan isyanda 3. Selim katledilmiştir.Hassas,şair,musikişinas padişah tarihçi Cevdet Paşa'nın aktardığına göre katillerine elindeki ney ile direnmeye çalışmıştır. Sabık padişah cellatlarıyla sarayın bir odasında boğuşurken tahtın diğer varisi 2. Mahmut'u öldürmek için başka birirleri yola koyulmuştur bile,ancak hiç umulmadık birinin çabası genç şehzadeyi mutlak bir ölümden kurtarır.2.Mahmut'un dadısı Cevri Kalfa suikastçıların yüzlerine mangal küllerini savurarak onları biran şaşkınlığa uğratınca yardımcıları 2.Mahmut'u Topkapı Sarayı'nın çatısına kubbelerin arasına saklamışlardır.                                                                                                                               Vapura bindiğimde ne vakit sarayburnu ve ardındaki Topkapı Sarayı'nın kubbeli silüetini görsem aklıma hep ölümden kaçmak için kubbelerin arasına saklanmış genç şehzade gelir.Sonra yüzümü biraz sola eski Bizans surlarına doğru çeviririm,hayal ettiği şehri almak için günlerce bu surları top ateşine tutan kadim bir imparatorluğu ele geçirip yeni bir çağ başlatan geç padişahı düşünürürm..Neyse 2. Mahmut'un şansı yaver gider ve 3.Selim'i kurtarmaya gelen Alemdar Paşa ve adamları sayesinde kubbelerden inerek tahta çıkar.Minnettarlığının göstergesi olarakda kendini cellatların önüne atan Cevri kalfa için bu sıbyan mektebi ve çeşmesini yaptırır.Topkapı Sarayı nda yeni doğan şehzade ve sultanların altın bir beşiğe konularak harem halkına tanıtıldığı bu yüzdende altın yol adını almış olan alanda bulunan sütannelerine ait odada bu fedakarlığın hatırına Cevri Kalfa Dairesi olarak anılır...                                                                                                Kim demiş tarih sıkıcıdır diye ,heyecanlı bir filmin sahnelerini aratmayacak bu olay tarihin çoğunlukla şaşırarak okuduğumuz sayfaları arasında sararır,arada birileri onları okusun diye bekleyerek.

25 Ocak 2014 Cumartesi

Valide Atik

Dünyanın en ünlü mimarının eseri olan bir yapıda okudum ben.Okulum Sinan'ın Valide Atik Camii'nin külliyesinin bir parçasıydı.Sinan bu külliyeyi,1583 yılında 2.Selim'in hanımı ve 3.Murat'ın annesi Nurbanu Hanım Sultan için yapmıştır ve Koca Sinan hem maharetinin hem de yaşının büyüklüğüyle Koca Sinan dır artık bu külliyede.Doksan yaşındaki Sinan'ın bu eseri Osmanlı padişah ve aileleri için yaptığı son eserdir ve Osmanlı Mimarisinin  klasik döneminin olgunluğu külliyenin her bir taşında kendini gösterir.Osmanlı Mimarisinin klasik dönemi  yılların biriktirdiği kültür hazinelerini öyle bir ağırbaşlılıkla sergilerki o taş yapılar insanda ancak bilge kişilere duyacağınız hürmetlere benzer bir duygu uyandırır içinizde .artık o sizin için bir yapı değildir herbir süslemesiyle,yazısıyla,taşıyla,azametiyle kulağınıza sırlar ifşa eden zamanlar ötesi bir bilgedir.Külliyenin uzun vakfiyesinde ilginç bir ayrıntı vardır.Kendini bilmez kişilerin duvarları karalayıp kirletmesini engellemek ve yapılan karalamaları silmek için bir görevli tayin edilmesi şerhi.İşte bir zamanlar dış duvarların bile kirlenmesine kıyamayacak kadar özenilen külliye zamanla kaderine terkedilmiş ve kimbilir hangi akl-ı evvelin kararıyla bir dönem Toptaşı Cezaevi olarak kullanılmış,sonradan Allahtan bir akl-ı selimin gayretiyle eğitim kurumu haline getirilmiştir.İşte benim okuduğum mekan bu külliyenin kervansaray,imaret,tebhane ve darüşşifa olarak kullanılan kısımlarını içine alırdı.Eski,hor kullanılmış,ihmal edilmiş,hüzünlü bu yapı benim için eşsiz değerde anılar biriktirdiğim bir yuva oldu .Mezun olalı çok oldu ama hayatımdan onu hiçbir zaman mezun edemedim.Hala kalbimde,ruhumda tüm heybetiyle yaşar benim için.  Ne zaman o günlere dönsem kimbilir kaç yüzyıldır kimler için açılmış o ağır kapılar cuma günlerine mahsus öğrencileri için açılırdı ve biz o kapılardan geçerek büyük kalabalıklar halinde Valide Atik yokuşundan Üsküdar'a doğru koşar adımlarla inerdik.Şimdi o günlere dönsem o yokuştan aşağı birbirlerine şakalar yaparak inen küçük kızları bulsam derimki yavaşlayın,nasıl olsa zaman çabucak akıp gidecek acele etmeyin,o anları uzun uzun tadın.Ama insanın yavaşlaması,derin düşüncelere dalması seyretmesi ,hissetmesi için yılların ağırlığı gerekiyor ve ben o kızlara bu sözleri söyleyebilsem beni anlamayacakları kadar taze hayatları büyük ihtimalle onları yine koşturacaktır.Yahya Kemal'in deyişiyle"Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür"diyebilmek için çok uzun yılların geçmesi gerekiyor sanırım                                                                                                                                                                                                                                  

24 Ocak 2014 Cuma

Pertevniyal Hanım Sultan Çeşmesi

Kimin için yapıldığını bilmeden  rastladım bu çeşmeye,ama içimden bir ses banisinin mutlaka bir hanım sultan olması gerektiğiydi.Çeşme,sanki zarif bir hanımın yatak odasında süslendikten sonra kendini seyrettiği kıymetli aynalara benziyordu.Sonradan öğrendimki çeşme gerçektende,2.Mahmut'un hanımı ve Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Hanım Sultan'ın İstanbul'a yadigarıydı.Kafkas doğumlu bu hanım sultan doğduğu toprakları geride bırakarak artık ait olduğu yeni toprakları kendi mücevher kutusunda bulunan o kıymetli taşları kıskandıracak güzellikte eserlerle süslemiştir.İşte bu pek süslü hanım çeşmesi daha önceki yeri olan Ayvansaray'dan sökülüp yeni yeri olan Eyüp'ün Haliç Köprüsü'nün demir ayaklarından birinin yanına monte edilmiştir,böylece 20.yy'ın demir ve çelikten oluşan bu soğuk ve kimliksiz yapısının yanında daha bir narin ama oraya ait olmadığından kimsesiz durur.Halbuki sahip olduğu madalyonlar,çelenkler,bitki motifleri,vazolar,iyon başlıklı sütunlar neşeli barok süslemelerdir ama çeşme bulunduğu yere ait olmamanın verdiği bir hüznü taşır üzerinde.Çeşmenin ait olduğu yerden koparılıp bambaşka bir yerde yaşamak zorunda bırakılışının hikayesi ilginç bir şekilde banisinin kaderine benzer.Hüzünlü bir hikayesi vardır Pertevniyal Sultan'ın,ömrünün sonbaharında pek çok Osmanlı annesinin yaşamış olduğu acılar kaderin ona gençliğinde hediye ettiği ikbali gölgelemiştir.Önce hal ardından katl edilen oğlu kollarının arasında son nefesini vermiştir,üstelik geliniyle beraber askerlerin tacizine uğramış,yaşmaksız,yalınayak zorla götürüldüğü karakolda paşalara seyrettirilmiştir.Otuz iki gün boyunca kapatıldığı Topkapı Sarayı'ndaki bir odada türlü hakaretlere maruz kalan Valide Sultan 2.Abdülhamid'in tahta çıkmasıyla bu zulümden kurtulabilmiştir.Osmanlı Hariminin kutsallığını ayaklar altına alan bir olayı ,ilk defa bu kadar ayrıntılı bir şekilde öğrenebiliyoruz,çünkü Valide Sultan'ın kendi ağzından yazılmış sergüzeştnamesi onun acıklı hikayesini günümüze ulaştırır.Duyamadığımız diğer acılar,haksızlıklar ise sarayın duvarlarına sinmiş,hak arayacakları mecliste edecekleri şahitliğe kadar sessiz bir bekleyişin içinde dururlar.

Eyüp ve Kalabalıklar

Eyüb'e her gittiğinizde bunaltıcı bir kalabalıkla karşılaşırsınız.En değerli olana ev sahipliği yapma şerefine erişmiş olan Eyub El Ensari hala misafir ağırlamaya devam eder.Misafir misafiri çekemez misali bu kalabalıklar sizi yoruyorsa eğer Eyüb'e hafta arası bir akşam vakti gidin.Bana güvenmiyorsanız İstanbul şairlerinin şiirlerine bakabilirsiniz,göreceksinizki İstanbul akşamlarının efsunlu bir tarafı vardır ve siz o havanın sihriyle gerçekle hayalin birbirine karıştığını kolayca hissedebilirsiniz.İşte o vakitlerden birinde  kalabalıklardan arınmış kısmen size ait bulabilirsiniz.Bu zamanlarda en ilginci hünkar mahfilidir.Dönemin beğenisine uygun olarak yapılmış barok mahfilin küçük penceresinden görülen manzarayla bu barok süslemeler tam bir tezat oluşturur.Barok Avrupa mimarisinde doğmuştur,ihtişamı,dünyevi zenginliği vurgular.Gösterişlidir,gücüyle sizi kuşatmak ister ama Osmanlı onu alırken dingin ve ağırbaşlı kültürünün aguşunda onu sakinleştirir,yumuşatır .Ama yinede Eyüb'ün sessizliğinde barok daha bağırgan durur.O dar pencereden şimdi cismini hatırlayamadığım yaşlı bilge ağaçların altında kimbilir kime ait olan mezar taşları sıralanmış dururlar,üstündeki yazıları okuyamasanızda önemli değildir çünkü yıllanmış taşlar yazıya ihtiyaç duymadan size çok şey anlatabilirler,dünyevi hayatın geçiciliğini anlatan küçük bir anıt gibidirler adeta.İstanbul'un bu kendisini anlamak  isteyenlere küçük,anlamlı hikayeler söylediği köşeleri ve onları dinlemeyi çok seviyorum.

Çocukluğumun semtleri

Fatih'in yüzyıllar önce fethettiği o çok sevdiği şehrine Türk İslam ruhunu mühürlemek için İstanbul'un en güzel tepelerinden birine yaptırdığı bu eser benim çocukluk yıllarımın en güzel günlerinede ev sahipliği yapar.O sadece ihtişamlı yılların derin ve silinmez izleriyle şekillenmiş bir yapı değildir benim gözümde,o aynı zamanda benim için avlusunda özgürce koşup durduğumuz,merdivenlerinden delice inip çıktığımız,kahkahalarla güvercinlerini beslediğimiz,çocukluk zihnimizde en heyecanlı maceralara ortaklık eden dev cüsseli oyun arkadaşımızdır;ya da sevgili ananemin elini tutup kocaman avlusundan yürürken birdenbire daracık bir kapıdan geçerek arkamda bıraktığım heybetli yapının dinginliğine inat,ahiret hayatının o uhrevi sessizliğinden uzakta,günlük telaşın,baharat kokularının insanın başını döndürdüğü bambaşka canlı bir aleme beni arkamdan adeta itiveren masalsı bir zaman dehlizidir.                     Bugün gezdiğimiz Fatih Camii'nde pek az kısım fethin ilk dönemlerine aittir,zira 1766 yılındaki şiddetli deprem yapının büyük ölçüde yıkılmasına sebep olmuş ve yıkılan yapı 1771 yılında 3. Mustafa döneminde yeniden yaptırılmıştır.O yüzden cami fethin ilk yıllarında hala devam eden Bursa Cami mimarisinin izlerini taşımak yerine tekrar yapıldığı dönem olan 18. yy mimarisinin özelliklerini taşır.Fatih'in yıkılan camisi değil ama,mimarıyla girdiği ihtilaf efsanevi bir şekilde (Evliye Çelebi sağolsun) yüzyılları aşarak günümüze gelmiştir,hani kubbesinin istediği yükseklikte olmadığını gören padişahın ,mimarın kendine sormadan kubbeyi destekleyen direkleri keserek buna sebep olduğunu anladığında hiddetlenerek mimarın ellerinin kestirildiğinin anlatıldığı efsane.Efsaneyi bir kenara bırakırsak mimarın 1471 de idam edildiğini onun mezar taşından anlarız,ama nedeni bilinmez.Zaten gerçekler bilinmediği zaman onların oluşturduğu boşluğu efsaneler doldurur.Büyük ihtimalle yapım aşamasındaki birtakım yolsuzluklar bu hazin sonu beraberinde getirmiştir.Ayasofya Osmanlı padişahlarının ve mimarlarının gözbebeğidir ama aynı zamanda onların kudretlerini sorgulayan bir rakiptirde,onun boşlukta yüzdüğünüzü hissettiren devasa kubbesi bir mihenk taşıdır ve gücün getirdiği gururla yoğrulmuş padişahlar için aşılması gerekli bir meydan okuma,mimarlar içinse aşmak zorunda oldukları ateşli bir imtihandır.Osmanlı Mimarisi bubu başarabilmek için biraz daha beklemek zorundaydı.taki Sinan gelene kadar.Ama kudretli hükümdarlar için böyle hırsli efsaneler anlatmayı eski tarih pek sever .Nitekim Ayasofya yı yaptıran İustinianos bile hayali bir rakibi yenmek istemiştir,Kudüste'ki Süleyman tapınağını.Hatta kilisenin açıldığı gün,heyecanını yenemeyerek,ambon kürsüsüne ilerlediğini(din adamlarının vaaz verdiği kürsü) ve "Ey Süleyman seni yendim"dediğini yine efsaneler bize fısıldar.